11 Mart 2008 Salı

Ben buyum işte!


MÜJDE ARSLAN
İsveç sinemasının dünyaca en çok tanınan yönetmeni; hem sahnede hem perde de eşsiz işler bırakan Ingmar Bergman, geçen temmuz ayında Farö adasındaki evinde yaşama veda etti. Yedinci Mühür, Yaban Çilekleri, Persona ve Sessizlik gibi dünya sinema tarihinde önemli yer edinen elli film yöneten, aynı zamanda yüze yakın tiyatro ve opera sahneye koyan usta yönetmen, öldüğünde seksen dokuz yaşındaydı. Bergman'ın 1986 yılında yazdığı otobiyografisi Gökçin Taşkın'ın çevirisiyle Agora Kitaplığı'nca yayımlandı. Ingmar Bergman, 1918 yılında Uppsala'da papaz bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Sinemasında ölüm, zaman, yaşam, sevgisizlik, yalnızlık, Tanrı, varoluş, benlik çatışmaları, bireyin bölünmüşlüğü gibi kavramlar ekseninde sorular sordurttu. Yönetmenin kişisel sorgulamalarına da değinen bu sorular, otobiyografisinde şaşırtıcı bağlantılara dayanıyor. Bergman da bu düşünceyle kitabında çocukluk anılarını ve film, sahne çalışmalarını peşi sıra getiriyor. Kitabı bir bakıma film senaryosu gibi kurgulamış. Annesine öyle bağlıymış ki, bağlılığı annesini bile endişelendirirmiş. Bergman, otobiyografisini annesinin ölümüyle başlatıp, ölümünden sonra buldukları güncesinden bir pasajla bitiriyor. Belki de yaşamındaki en derin acıyı hissettiği bu anda ölüm tüm hikâyeyi başa sarıyor. Doğduğu gün, annesinin İspanyol gribi geçiyor olmasından ölümle burun buruna gelmiş. Çocukluğunda hatırladığı ilk anısı henüz dört yaşındayken yaşıtı bir küçük kızla birbirlerinin vücutlarını keşfetmeleri... Ardından 'sinema makinesi' dediği kamera giriyor yaşamına. Bunu alması da öyle kolay olmamış. Bir Noel gecesi paketler açıldığında arzu ettiği bu makine, ne yazık ki kardeşinin paketinde çıkmış. Bergman kitapta o 'alet'i elde etme arzusunu şöyle anlatıyor, "Bir film makinesi kadar sahip olmak istediğim başka hiçbir şey yoktu. Bir yıl önce ilk kez sinemaya gitmiş ve bir atla ilgili bir film görmüştüm. Sanıyorum adı Kara Güzellik'ti ve ünlü bir çocuk kitabından uyarlanmıştı. Hiç sönmeyecek bir ateşle tutuşmuştum. Aradan altmış yıl geçti ve hiçbir şey değişmedi; hâlâ aynı ateş." Uzun bir çırpınışa, kavga gürültüye rağmen makineyi alamayınca yeni bir pazarlıkla çıkmış ağabeyinin karşısına: Yüz kurşun askerine karşılık sinema makinesi. Anlaşmışlar, Bergman sinema makinesinin kolunu çevirmeye başlamış ve büyü yayılmış. Tüm filmografisi kadın hikâyelerine dayanan Bergman'ın yaşamı üzerinde de etkileri var; önce annesi, sonra sevgilileri... Ayrıldığı eşlerinden kopmuyor. Ama tüm bu kadınlar arasında biri özellikle çok özel bir yerde duruyor: annesi Karin Bergman. Annesine olan sevgisini fotoğraflarından oluşturduğu Karin'in Yüzü adlı kısa filminde ölümsüzleştiriyor. Bergman, annesinin üç yaşından itibaren, kalp kriziyle ölümünden birkaç ay önce pasaportu için çektirdiği fotoğrafları özel bir mercekle filme dönüştürmüş. Ölümle yaşamak pahasına oynamak, ölümün gölgesinde yaşayan bir yaşlı adam, ölüme terk edilen kız kardeş, ölü bedenler, tüm bunlar Bergman'ın filmlerindeki zaman ve varlık sorunsalıyla iç içe işleniyor. Henüz çok küçük yaşlarda ölümün düşüncelerinin büyük kısmını kapsadığını aktaran Bergman, bir kez de intihar girişiminde bulunduğunu ifade ediyor. Bergman'ın filmlerindeki tanrının varlığı ve ölüm sorgusu babasıyla ilişkisine dayanır. Bergman her defasında babasını öldürmek ister ve her defasında karakterleri bu iç sorgunun ve vicdan azabının peşine düşerler. Kitapta sinema yaşamı kadar sahne sanatlarına da geniş yer vermiş. Tiyatro ve opera sahneye koyan Bergman, bu alanda da sinema kadar saygın bir yerde duruyor. Yönetmen, Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü'nü Bakire Bahar, Aynadaki Gibi, Fanny ve Alexander filmleriyle toplam üç kez kazandı. Ölümünden önceki son yıllarında televizyon için kimi filmler çekse de, Fanny ve Alexander yönettiği son sinema filmi oldu.
BÜYÜLÜ FENER Ingmar Bergman, Çeviren: Gökçin Taşkın, Agora Kitaplığı, 2007, 274 sayfa, 18 YTL.
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=7408

Hiç yorum yok: