23 Aralık 2010 Perşembe

Kürt Sineması üzerine söyleşi - 25 Aralık'ta saat 14.30'da

‎"Kürt sineması var mıdır? Varsa dinamikleri nelerdir, anlatı yapısı nasıldır?" Bu soruların yanıtlarını Min Dit filminin gösterimi sonrası gerçekleşecek "Bir Halkın Görünür Olma Arzusu: Kürt Sineması" başlıklı söyleşimizde arayacağız, 25 Aralık cumartesi saat 14.30'da... İlgili herkesi bekliyoruz... http://www.facebook....com/event.php?eid=164156016953275

28 Kasım 2010 Pazar

"Acıları Hissederken Ortaklaşmak"

27 Kasım 2010 Cumartesi Saat 17:05

Kısa filmi ‘Son Oyun’ ile birçok ödül alan Müjde Arslan, bu kez doğduğu topraklara çevirdi kamerasının yönünü..

Arslan’ın Mardin’de çektiği ‘Ölüm Elbisesi: Kumalık’ adlı belgesel, zulm gören, itilip kalkılan, hor görülen kadınlığın dokunulmaz erkeklik karşısındaki yenilgisini, kumalık adlı can sıkıcı ve can yakıcı geleneğin kadınları nasıl ‘öldürdüğünü’, halası Emine ve diğer kuma giden kadınların yaşam öyküleri üzerinden anlatıldı.
Mardin Eğitim Sen İşçi Atölyesi çalışanlarının yaptıkları açıklamaya göre ;

''

Eğitim-Sen Mardin Şubemizin ''İşçi Filmleri Günleri Atölyesi''nin mutfağında,''ÖLÜM ELBİSESİ: KUMALIK" belgeselinin 23.11.2010 akşamı seyri üretiminde: KADINA yönelik şiddettin bir kaç oturumda ifade edilemeyeceğini, klasörlerce film, belgesel veya röportajın yeterli olamayacağının bilinceydik hepimiz. Elbette ''kuma'' olgusunun bir tarihçesi, sosyolojik seyri ve gerçeğini toplumumuzdaki ön yargılardan arındırarak; kimine göre ''Doğunun sorunu'' kimine göre de '' Kürt Geleneği'' deyip bu işin içinden kolayca sıyrılmanın kolay olmadığının mücadelesini vermek, Eğitim-Sen Mardin Şubesi ''İşçi Filmleri Günleri Atölyesi'' emekçilerine, örgütlü kadın hareketlerine ve tüm duyarlı halklarımıza kalmıştır.


Kadına yönelik şiddetin en acısı ve en ölümcülü olan çok eşliliğin (Kumalığın) tarihçesinde dünyanın bütün kavim ve ulusların kadınları bu şiddete maruz kalmıştır. Çinliler, Hintliler, Yunanlılar(Spartalılar, Atinalılar)Babiller, Asurlular, Persler, Medler, Araplar, Fravunlar, Asyalılar, Avrupalılar ve Afrikalı kadınlar hep bu şiddetten etkilenmiş hala bu işkencelerden kurtulamayan kadınlar vardır. Birçok Afrika ülkesini, ülkemizin bu sorunuyla karşılaştırmak doğru sayılamayacağı gibi ülkemizin, gelişmiş Avrupa ülkeleriyle de karşılaştırmak bir o kadar gerçekçi olmayacaktır.


Türkçede ''KUMA'', Kürtçede '' KİRASÊ MİRİNÊ: HEWÎTΔ, Arapçada ''DIRRA'', Süryanicede ''YABİMTHO'' gibi sözcüklerle anlamlar yüklenmiş, hiç kimseye layık görmediği isimler vermiş halklarımız...


Süryani halk ozanı Miğail Kırılmaz'ın,kuma (Dırra) ile ilgili Süryani-Arap kültürlerinin bir bileşkesi olan tepkilerini:
VIDDIRRA DIRRA DIRRA!.. ''Vıddırra dırra dırra !..hiyyé eşked mırra / Killitkin kulu méi hede amrallah ?
Martıl icdidé eğedle sévir / Martıl atéké tımşi vıdzévır;
Martıl icdidé sevet ırok / Martıl atéké hélefit modzok.
Martıl icdidé sevet gbébet / Martıl atéké kémitlu fişşébet !.. ''

Miğail Kırılmaz'ın Arapça şarkısını derleyen Zekiye Dayar’ın kaleminden bu şarkı için: eve gelen KUMA için, hanımın tavırlarını BÖYLESİ MİZAHLA kim tasvir edebilirdi ki? Elbette bu trajediyi defalarca düğünlerde dinler, müziğiyle eğlenirdik. Geriye dönerek baktığımızda Halk Ozan’ımızın bizleri nasıl da SEANSA ALIP, TEDAVİ ETMEYE ÇALIŞTIĞINI anlardık…


Süryani Halk Ozanı'mızın mısralarındaki KUMA ŞARKISININ anlamına gelince : ''Kuma !.. kuma !..kendi ne kadar acı / Hepiniz benimle söyleyin Allah'ın emri mi ?
Yeni karısına bilezik aldı /Eski karısının kaşları çatıldı.
Yeni karısı ırok yaptı / Eski karısı '' Tatmam'' diye yemin etti.
Yeni karısı haşlanmış köfte yaptı / Eski karısı yanan odunla saldırdı ''


Sayfalarca NEDEN yazmaya kalkarsak eğer, bu olgunun acısını Miğail Kırılmaz Ozanımız gibi hissettirecek, ezberimizi bozup eğlendirirken düşündürecek BİR SİSTEM bilir misiniz?

İpekyolu Haber Servisi- www.ipekyolugazete.com

20 Kasım 2010 Cumartesi

Kerem Akça'nın Yeşim Ustaoğlu kitabı üzerine yazısı bugün Habertürk'te...

Aranan Yeşim Ustaoğlu kitabı
20 Kasım 2010 Cumartesi, 10:11:57

20 yılı aşkın kariyeriyle başarısını kanıtlasa da bir türlü bir sinema kitabına konu olamamıştı Yeşim Ustaoğlu. Neyse ki bu durum Mizgin Müjde Aslan’ın gözüne batmış ve bize ‘Yeşim Ustaoğlu: Su, Ölüm ve Yolculuk’un sunulmasını sağlamış. Böylelikle yönetmenin auteur olup olmadığı gerçeğini sorgulayan kapsamlı bir çalışmayla yüzleşiyoruz. Ülkemizde sinema kitabı üretiminin azlığına karşı duruşuyla Agora Kitaplığı, elbette bu tez niteliğindeki çalışmanın basılması için en doğru yer. Dileriz daha önce ustalara da yer veren Agora, sinema dizisine emin adımlarla devam eder. ‘Yeşim Ustaoğlu: Su, Ölüm ve Yolculuk’ gibi aranan kitaplara destek olur ve kültür-sanat alanına desteğini sürdürür.

Meslektaşım Mizgin Müjde Arslan’ın ilk bireysel kitabı ‘Yeşim Ustaoğlu: Su, Ölüm ve Yolculuk’, Türk sinemasının son 20 yılına damga vurmuş bir figürün, Yeşim Ustaoğlu’nun kariyerini mercek altına alıyor.

Sinema ve kültür-sanata duyarlı bir kitapevi: Agora

Daha önce Stanley Kubrick, Charlie Chaplin, Ertem Eğilmez, Krzysztof Kieslowski, Federico Fellini, Dziga Vertov, Jim Jarmusch, Theo Angelopoulos, Yılmaz Güney, Lars Von Trier, Ken Loach gibi ustaların sinema kitaplarını çıkaran Agora Kitaplığı böylece ‘sinema dizisi’ne yeni bir halka ekleme olanağı yakalıyor.

Ülkemizde sanat ve sinema alanında basılan kitap sayısının azlığından ötürü bu kitapevinin duruşunu takdir etmek ve münferit akımlar ile konularla birlikte 30’u bulan arşivini desteklemek boynumuzun borcu.

Akademik çalışma niteliğinde bir kitap

Kitabın ise sadece Yeşim Ustaoğlu’nun hayat hikayesi ve filmografisine odaklanmaktan daha farklı bir işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Öyle ki bir sinema yazarı güdüsüyle olaya yaklaşan Aslan, tez çalışması ya da akademik çalışma tanımlarıyla anabileceğimiz bir işe imza atmış. Bunun sonucunda yönetmenin dört uzun metraj, dört kısa metraj, bir de belgesel içeren filmografisinden ‘Yeşim Ustaoğlu auter mü?’ sorunsalına uzanmış.

Aslında bu soruya, ilk cevap olarak ‘dört uzun metraj filmle ulaşmak zor’ yorumu yapılabilir. Ancak böyle bir kanun da yok. Kariyerinin ilk bölümünde nasıl bir filmografi izleyeceğini belirleyen birçok yönetmen var öyle ki. Ancak ‘auteur’ dediğimiz yani bir yönetmenin her filmine aynı temalar, görsel estetik ve daha nice şeyle yaklaşması meselesi, kanımca Yeşim Ustaoğlu için beklenmesi gereken bir süreç. Fakat Aslan’ın bütün öne sürdüğü şeylere, özellikle minimalist duruş ile kimlik ve aidiyet gibi temalar açısından katıldığımı söylemeliyim.

En önemli kadın yönetmenimiz

Zaten kitabın beş bölüme ayrılıp (giriş, auteur kuramına bakış, Ustaoğlu biyografisi, filmler üzerinden auteur kuramına bakış ve sonuç) böylesi detaylı bir inceleme sunması karşısında boynumuz kıldan ince. Bunlara filmografi ve röportajın da eklendiğini unutmayalım tabii. Böylece saygı durmaktan başka çaremiz kalmıyor.

Hemen ekleyelim Ustaoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Derviş Zaim gibi isimlerle birlikte sinemaya 90’ların yeni kuşak Türk sinemasına dahil olsa da bunların arasında en az ele alınanıdır. Halbuki aynı dönemde çıktığı Tomris Giritlioğlu ve Handan İpekçi’nin üzerinde yer alan, en önemli kadın yönetmenimizdir kendisi. Bu sebeple de böylesi bir kitabın raflara girmesi şarttı. Üzerine ustalıklı bir inceleme eklenmesi de tuzu biberi olmuş.

18 Kasım 2010 Perşembe

BASK İZLENİMLERİM 2. BÖLÜM

Kürt ve Bask kardeşliği: Dağlara aşık iki halk / İzlenim

MİZGÎN ARSLAN
13:48 / 12 Ekim 2010

BİLBAO - Pasaia’ya geldim sonunda… Sırtını dağlara, yüzünü denize vermiş şirin bir Bask köyü Pasaia… Denize açılan bir kanal köyü ikiye bölüyor: Pasaia Donibane ve Pasaia San Pedro… Pasaia Donibane’de Bask Yazarlar Birliği’nin evi, Hugoenea’da kalıyorum… Burası yazarlar için bir yazı kampı; Katalan, Bask, Kürt yazarlar için… Türkiye’den başvurulara açık ancak sadece Kürtler gelebilir… Asimilasyon ve baskı altında olan dil gruplarından yazarlara kapıları açık… Burası Urtzi’nin önerisi… İstanbul’da senaryoyu yazmaya çalıştığım ama sadece sıkıntısını yaşadığım günlerde yazıştığımızda senaryonun iyi gitmediğini, İstanbul’da yazamadığımı yazmıştım. O da bana, “Neden senaryonu Bask ülkesinde yazmıyorsun?” başlıklı bir mail attı, altına şu an kaldığım bu evin fotoğrafının olduğu bir link göndermişti…

Pasaia Bask ülkesinin en politik, en radikal köyü: Köyün tüm duvarlarında “Bask ülkesine özgürlük”, “Bağımsızlık”, Batasuna’yı ve ETA’yı destekleyen yazılar yazılı...

Burası kano yapma yeri aynı zamanda; Fransa’dan her taraftan insanlar bunun için buraya geliyorlar. Kano yapanların ritmik hareketleri müthiş bir görsellik sağlıyor…

İlk geldiğim gün bir şeyler almak için bakkala gitmeye karar verdim… Aşağı indim, önce kanalın denizle buluştuğu yere doğru yürüdüm, bir süre sonra orası bitti ve herhangi bir bakkal/market görmedim. Tekrar kaldığım evin önündeki meydana geldim ve bu esnada çok tatlı bir Basklı kadınla karşılaştım. Tek kelime İngilizce bilmiyordu, ona diş macununu anlatmam gerekiyordu. Sessiz sinema oyunu gibiydi durumumuz… Önce dişlerimi gösterip fırçalar gibi yaptım, sonra saçımı yıkar gibi, sonra cebimdeki paraları gösterip, alış-verişi tarif etmeye çalıştım, ne yapsam gülüyor başka bir şey söylüyor ama beni anlamıyordu. Belki de anlıyordu, ben onu anlamıyordum. Onun yaşlarında (ikisi de 60’lı yaşlarındaydı) bir adam geçiyordu yanımızdan, adamı durdurup bir şeyler konuştular hakkımda, sonra ikisi beraber bir şeyler anlatmaya çalıştılar. Adam bankayı sorduğumu sandı. Sonra saçlarımı yıkar gibi yaptım ellerimle. Kadın bunun üzerine “Şampuuu” diye bağırdı, çok da sevindi. Sonra cebimdeki bozuk paraları gösterdim ve iki elimle nerede, nasıl manasında bir işaret yaptım. İlerisini gösterdi bana ama beni bir şey için uyardı, eliyle 5’i gösterdi. Ne olduğunu anlamam için ilerisine gitmem marketi bulmam gerekiyordu. Marketi buldum ama kapalıydı. Yan taraftaki cafe/bara neden kapalı diye sordum İngilizce. Kimse bir şey anlamadı, bana onlar da elleriyle ‘5’i gösterdiler. Demek saat 5’te kapanıyormuş dedim kendime. Saat ne çabuk 5 oldu diye düşündüm. Eve döndüm, saat henüz 3’tü… Sanırım üç saat sonra saat 6’da jeton düştü. Siesta saatlerinde uyuduklarını hatırladım, çalışmadıklarını… 5 diye ısrarla gösterdikleri açılış saatiydi marketin. Hazırlandım ve çıktım.

Markette yumurtayı anlatmam için yumurtayı kırıp tavaya döküşü tarif etmem, oynamam gerekti, marketi işleten kadın hemen anladı. Tavuk alıyor olsaydım tavuğu canlandırmam gerekecekti…

İstanbul’dan haberler yine kötü… Bir sanat galerisinin açılışına saldırmış bir grup, dışarıda içki içilmesine karşı olarak… Davetlileri pataklamışlar, birkaçı hastaneye kaldırılmış. Bir cemaat işi bu… Türkiye’de çok kötü şeylere gebe olacak bir dönemeç noktası… Sokak ortası linç bu… Ne olacak şimdi? Herkes birbirine mi saldıracak?

Pasaia’da bir haftam oldu geleli… Birkaç yeni kelime öğrendim, günlerdir neredeyse hiç konuşmadım. Ara sıra sesimi duymak için ıslık çalıyorum. Pasaia’da neredeyse her evin balkonunda pembe flamalar var. "Superturik Ez!", "Gudari, Egona 2010", "Euskal Preso Eta Ihesleriak, Etxera" yazıyor, ne yazdığını Urtzi’ye maille yazdım, şimdilik dek tanıştığım ve İngilizce bilen tek Basklı Urtzi ne de olsa…

Güzel bir yürüyüş yolu falezlere doğru; deniz ve dağ arasında ince bir yol… Yolun sonunda kanalın denize yerinde bir kafe var. Garson kızla artık tanışıyoruz. İsmi Olatz. Pasaia’ya da tanıştığım ikinci kişi ve ikisinin adı da Olatz. Her gün yaptığım gibi oraya yürüyüp bir süre oturdum. Yüksek ve dehşete düşüren gemi sesiyle irkildim. Kano yapan iki kişi devasa bir yük gemisinden kaçmaya çalışıyordu, yük gemisinin iki tarafında iki küçük gemi (küçük gemiler bile İstanbul’daki vapurlar kadardı) tarafından çekiliyordu. Yük gemisinin içi kütük doluydu. Kano yapan gençler (biri erkek bir kadın bir çift olmalıydılar) hızla kenara çekildiler. Denizde damla gibiydiler kanocular, dev geminin yanında… Pasaia’nın tartışmalı bir mevzusu var tam da bu konuyla bağlantılı… Balkonlarda gördüğüm pembe flamada yazan “Superporturik ez!” bunu anlatıyor. Bu ‘süper limana hayır’ demek…

Bu slogan, Pasaia’yı deniz ve dağlarından ayırmaya çalışan bir projeye karşı geliştirilmiş tepkileri içeriyor… Pasaia’ya dev bir liman yapılması planlanıyor. Bu Pasaia’nın doğasının ve tarihi yapısının özetle Pasaia’nın yok olması demek. Urtzi’den gelen yanıta göre, Bask ülkesinde iki büyük liman var, birisi Bilbao’da, diğeri Bask’ın Fransa tarafında kalan Baiona şehrinde… Bask ülkesinin üçüncü bir limana, hele dev bir limana ihtiyacı yok ancak ülke değil bölgesel olarak bu kararlar alınıyor. Şimdi Pasaialılar tüm balkon ve pencerelerine “Superporturik ez!” (Süper Liman’a hayır) flamaları asarak yer yer eylemler gerçekleştirerek, buna karşı tepkilerini dile getiriyor.

“Gudari Eguna 2010” şunu söylüyor: Gudari, ‘guda’ savaş demek, Gudari Bask savaşçılarını işaretliyor. Gudari ilk olarak 1936-1937 yılındaki iç savaşta kullanılmış Bask savaşçı ve militanları için. “Gudari Eguna” ise “Bask Savaşçılarının Günü” demek. 27 Eylül, yani geçen pazartesi günü, iki gün önce Franco tarafından öldürülen iki ETA üyesi Txiki ve Otaegi’nin yıldönümüydü. Franco’nun öldürttüğü son kişilerdi. Franco 20 Kasım 1975’te öldü.

27 Eylül’de anmaları yapılan bu iki kişiden Otaegi Basklıydı ancak Txiki (gerçek adı Jon Paredes Manot) Güney İspanya’da doğmuştu ve Bask ülkesine çocukken göçmen olarak gelmişti. Franco ‘kaynaşma’ için birçok İspanyol aileyi Bask ülkesine zorunlu olarak göç ettirdi, Bask ülkesini İspanyol yapmak için… Ancak bu ailelerin bir kısmı gerçekten kaynaştılar Bask ülkesiyle ve Bask mücadelesine katkı sundular. ETA’ya katıldılar. Txiki onlardan biriydi.

Josu’nun da Urtzi’nin de anneleri de göçen bu ailelerden. Urtzi’nin annesi İspanyol kökenli olmasına rağmen Bask dili öğretmenliği yapacak kadar Basklı bugün…

Bir diğer afiş: Euskal Preso eta Iheslariak Etxera”… “Bask Tutuklu ve Sürgünleri Evlerine” anlamına geliyor. Bu flama en sık görülenlerden bir tanesi. Ayrıca bir kalbi andıran bir haritada okla iki bölüme ayrılmış Bask ülkesinin bayrağı da çok sık görülüyor. Altında da, “Bask militanları eve dönsün,” yazıyor.

Pasaia’da bugün yarım saatlerde çaldığı gibi tek ya da saat başı, saat sayısı kadar değil, birçok kez çaldı çanlar. Pasaia’da biri öldü. Pasaia’lılar çoğunlukla yaşlılardan oluşan sakinleri, kilisenin etrafında toplandılar.

2 Ekim… Bugün Bask’ta eylem günüydü… Indepedentzia (Bağımsızlık)… Bugün on binler hep bir ağızdan bunu bağırdılar; İn-de-pe-dent-zia… Urtzi’nin çalıştığı küçük televizyonun kameramanı hasta olduğu için gösterinin çekimlerini ikimiz yaptık. Alana vardığımızda, henüz çok büyük bir kalabalık yoktu. Urtzi emin bir şekilde, “Gelecekler” dedi, 15 dakika vardı yürüyüşün başlamasına. Liderler yerini almıştı, tüm Bask partileri katılacaktı. Bask dilinde “Sosyal, Politik ve Sivil Haklar’a Evet” ve “Gösterileri Yasaklamaya Son” yazılı iki büyük pankartında arkasında yürüdüler. İspanya devleti geçen ay içerisinde iki gösteriyi yasaklanmıştı. Bir tanesi ETA’ya yakın olan Batasuna’nın gerçekleştirmek istediği “Adierazi EH” başlıklı gösteriydi. Ayın grubun “İfadeye Özgürlük” başlıklı gösterisi de bir öncekine benzerliği dolayısıyla yasaklanmıştı. Grup yürüyüşe başlamadan “Indepentenzia” (Bağımsızlık) sesleri yükselmeye başladı. Olabilecek en etkili şey binlerce insanın bir ağızdan ‘Bağımsızlık’ diye bağırmasıdır. 50 binin üzerinde insan toplanmıştı, bu Bilbao’nun nüfusu için çok büyük bir rakamdı.İki üç kilometre yol yüründü kalabalıkla, intizam içerisinde.

Bask ülkesini Fransa ve İspanya arasında bir nehir bölüyor; Bidasoa… Bidaso’nın bir tarafı Gipuzkoa İspanya yönetiminde, diğer tarafı Lapurdi Fransız yönetiminde. O nehri geçtik… Resmi sınırlar bir anlam ifade etmiyor Basklılar için…

Sınır, Kürtlerin çok iyi bildiği, hissettiği bir olgu… Sırf o sınırlar yüzünden kaç kişinin öldüğünün haddi hesabı bile yok… “Sarhoş Atlar Zamanı” filminde, kaçakçı İranlı Kürtlerin Irak tarafındaki kendi ülkelerinin içindeki sınırları geçerken ölümle burun buruna yaşamları geliyor aklıma…

Basklar için Ancak Avrupa Birliği süreci Fransa’daki ve İspanya’daki Baskların daha rahat ulaşım sağlamasını yol açmış, Kürtlerin böyle bir imkânı yok, Mardin’den kalkıp Zaho’da öğle yemeği için gitmek şimdilik bir hayal… Geçen sene Mahmur’a gittiğimizde saatlerce sınırda bekletilmiş, sabah 6’da Mardin’den yola koyulmuş, akşam 5’te Zaho’ya varmıştık.

Bask’ın bir diğer önemli temsili Picasso’nun meşhur Guernica tablosuna konu alan, Baskça Gernika şehri… Gernika, Franco’nun iç savaş yıllarında gerçekleştirdiği ve Picasso’nun tablosuna dönüşen katliamıyla biliniyor… Gernika eski küçük bir yerleşim yeri Bask ülkesinde. Bu katliam belleklerde taze duruyor tıpkı Kürtlerin Dersim’i ve Anfal’i gibi…

Bask birçok şey için vazgeçilmez ama en çok Mikel Laboa’nın devrimci marşlarını dinlemek, elmadan yapılmış Sagardoa’sını içmek, yüksek dağlarını, dalgalı denizini seyretmek, bir eyleme gidip ‘independentzia’ diye bağırmak ve sıcak insanlarının dost gözlerine bakıp ‘Kaixo’ (Merhaba) ayrılırken ‘Agur’ (Hoşça kal) demek için bir başka güzel…

Basklar ve Kürtler kardeşler; yasaklanan dilleri, isimleri, sınırlarla bölünen coğrafyaları, dağlara aşkları, talepleri, gördükleri baskıları ve her şeye inat söyledikleri özgürlük şarkılarıyla…

Kürt belgeselciliği üzerine söyleşi

Kürt belgeselciliği üzerine söyleşi aşağıdaki linkte...
http://diyalogsempozyumu.blogspot.com/2010/10/mizgin-mujde-arslanla-kurt-belgesel.html

3 Kasım 2010 Çarşamba

BASK İZLENİMLERİM 1. BÖLÜM

Ve Bask'ta Haize ile buluşmak… / İzlenim

MİZGÎN ARSLAN -ANF
08:11 / 11 Ekim 2010

BİLBAO - İstanbul’dan Bask ülkesine ilk yolculuğum… ‘Kürdistan’ ve ‘Kürt’ ismine bir samimiyetlerinin olduğu ilk tepkilerinden belli… Sevgiyle gülümsüyor, çok soru soruyor, çok merak ediyorlar.

Bask ülkesinin en büyük kenti Bilbao’ya İstanbul’dan Barcelona üzeri aktarma yaparak geldim, aynı gün ikinci uçak yolculuğum, ikinci kalkış, ikinci iniş… Kalkış sırasında ölümü düşünüyorum sonra aklıma ölümden korkmayan Kürt çocukları geliyor, savaşan gençler, ömürlerinin son günlerini yaşarlarken bile eyleme gitmekten korkmayan yaşlılar…

Beni havaalanında Urtzi karşıladı. Urtzi Urrutikoetxea, Basklı gazeteci, şair, çevirmen…

Buraya gelişim Urtzi ile tanışmamızla başladı. Beni Basklılarla tanıştıran o, onunla tanışmamıza sebepse bir belgesel; “Denizin Kızı”… ETA üyesi olan babası GAL tarafından öldürülen bir kızın babasını arayışının hikâyesini anlatıyor Josu Martinez’in bu belgeseli… Mahmur’dan yeni dönmüştüm henüz çok etkisindeydim olanların…

Babamın mezarını arıyordum ancak çok başka şeyler olmuştu, bambaşka gerçeklerle, belki onunla karşılaşmıştım. Huzurluydum ama çokça da kızgındım, duygusaldım… O sıralarda tesadüfen Urtzi’yle tanıştım, o da bir süre önce Mahmur’a gitmişti. Gidiş sebebimi söyleyince benzer bir hikayeyi anlatan bir arkadaşının belgeselinden söz etti. Ertesi gün belgeseli seyrettik. Bir genç kadın, o henüz iki yaşındayken ölen ETA üyesi babasının kim olduğunu soruyordu. Çok duygusal bir benzerlikteydi sorularımız; benim yaptığım yolculuğun neredeyse aynısıydı; hiçbir zaman yeri dolduramayacak bir boşlukta aynı hisler, aynı korkunç yanıtsız sorular… “Denizin kızı” Haize ile henüz tanışmadan aramızda bir bağ oluştu. O gece hem hüzünlendik Urtzi ile hem de kardeş olduk, Baskların ve Kürtlerin kardeşliğini konuştuk.

Bilbao’daki ilk gece Juan’ın evinde kaldım… Juan kırmızı ışıkta geçen bir Avrupalı, mutfağında kaçak çay ve tomurcuğu eksik etmeyen demli çay içen, annesi Portekizli babası Basklı olan Baskça bilmeyen, Kürt dostu bir Basklı…7 dil biliyor, az bildiği Kürtçe ve Baskça hariç… İki evlilik yapmış bir oğlu bir kız torunu var… Çoğunlukla Türkiye ve Kürdistan’da yaşıyor. Evi bu yüzden mi çok dağınık?

Juan her şeyden önce 30 yıllık bir Kürt dostu, ömrünün yarısından fazlasını Kürtlerin coğrafyasını dolaşarak, onları okuyarak anlatarak, orada yaşayarak geçirmiş. Tüm Kürt büyükleriyle arkadaşlık etmiş. “En baştaki hariç, herkes bu eve, buraya geldi,” diyor tane tane konuştuğu Türkçe’siyle… Kürtlerin yaşadığı her yere gitmiş, oralara turlar düzenliyor. Irak Kürdistan’ına turlar yapıp yapmadığını soruyorum, orayı ilginç bulmadığını söylüyor. Türkçe’yi anlaşılır konuşuyor, Kürtçe’nin de hitaplarını biliyor, beni karşılarken “Tu bi xêr hatî” (Kürtçe hoş geldin) diyecek kadar…

Bask ülkesindeki ilk günüm. Şimdilik Baskça sadece “Gabon / iyi geceler” demeyi biliyorum, gece geldiğim için. Gelmeden tek bildiğim “Eskerrik Asko” (Teşekkür Ederim) demekti. Juan, Bilbao’yı anlatıyor bana, bir kroasanla geçiştirilen kahvaltıda Türk ve Kürtlerde olduğu gibi güzel kahvaltısının olmadığına hayıflandıktan sonra… Bilbao’da Baskça konuşma oranı neredeyse yüzde 7 oranında. Bu rakam Juan’a göre, San Sebastian’da yüzde 30’a, Fransa sınırındaki benim kalacağım köy olan Pasaia’da yüzde 80-90’a ulaşıyor.

Sınıra yaklaştıkça artan Bask konuşma oranı, bana Kürt coğrafyasında Irak sınırına yaklaştıkça artan Kürtçe konuşma oranını hatırlattı. Mardin, Cizre, Hakkâri, Şırnak’ta Kürtçe konuşma oranı yüzde 80-90 hatta yüzde 100’lere yaklaşırken sınırdan daha uzak Kürt coğrafyasında Malatya’da, Elazığ’da bu rakam iyice düşüyor…

Kayıp dışarıdan başlıyor ve içlere doğru yayılıyor. Basklılar da asimilasyondan büyük yara almış, alıyor… Yerlerin ismi, insan isimleri, tıpkı Kürtler gibi değiştirilmiş. San Sebastian, İspanyolların sonradan kullandığı Baskça adı Donostia’yı yasaklayarak kullandıkları yeni ismi… Urtzi bu durumu daha iyi anlamam için izah ederken bana “Amed-Diyarbakır” örneğini vermişti…

Urtzi’nin çalıştığı ve sadece Bask dilinde yayın yapan Jameika 11 kanalı röportaj yapmak istiyor… Projeyi, neden Bask’ta yazmak istediğimi Türkiye’yi, Kürtleri soracaklar bana… Hepsine bir yanıtım var ancak İngilizce anlatmak işin zor tarafı… Öfke ne demekti İngilizce… Öfke’den kaçıyorum, kimseye kızmak istemiyorum. Belli bir mesafeden, uzaktan kendime, halkıma ve yaşadığım ülkeye bakmak istiyorum… Orada yaşamak beni her geçen gün kızgın ve asabi yapıyor, uzaktan her şey net gözükür, daha anlaşılır olur…

Sakin, soğukkanlı, dünyanın her tarafından anlaşılabilecek sıcaklıkta bir baba kız filmi çekmek istiyorum. Savaşın içinde doğdum ben, savaşın içinde yaşıyorum ve savaşa dair bir film yapmaya çalışıyorum. Gelişmeler sadece motivasyonumu yok ediyor, insanlar ölürken yazmanın ne anlamı var ki… Gözümün önünden hiç gitmeyen genç ölülerin fotoğraflarını getirdim…

Röportajdan sonra Urtzi ile eski şehrin olduğu altı yollu meydanı gezdik. Eski şehrin kalbinde beş katlı Bask Dili ve Edebiyat Koordinasyon Merkezi’ni gezdik. Binayı Korrika’yı da düzenleyen ekipten Igor Elordui gezdirdi. Korrika’dan konuştuk, daha önce Urtzi anlatmıştı, her iki yılda bir düzenlene büyük bir ‘dil’ organizasyonu… İçine Baskça kelimeler konan bir kapsülle milyonlarca insan elden ele bir noktadan bir noktaya gece gündüz aralıksız koşuyor. Bir dili taşımanın zorluğunu anlatıyor Korrika… Elden ele, her türlü zorlu doğa koşullarına karşı koşularak büyük kalabalığın beklediği son noktaya ulaşılıyor… Kürtlerin omuzlarında taşınan ve bugüne gelen Kürtçe gibi… Asimilasyona uğrayan ve dilini konuşamayan milyonlarca Kürt gibi…

Baskların da büyük çoğunluğu asimilasyon sonucu dilini bilmiyor. Yalnız tersi bir süreç işliyor Bask bölgesinde… Bugün yaşlılar İspanyolca konuşuyor Bask dilini bilmiyorlar, ebeveynler Bask dilini bilmeseler de çocuklarının bu dili öğrenmesini istiyorlar ve Bask okullarına gönderiyorlar. Bask dilinde eğitim görülüyor. Asimilasyon geriye dönülebilen bir süreç… Bu gezdiğimiz merkezin amacı Bask dilini hayatın içinde daha aktif kılmak, konuşanların sayısını artırmak… Bask ülkesinde ne yazık ki nüfusun yarısı bile Bask dilini konuşmuyor…

Urtzi’nin kız kardeşinin adı Araitz. Araitz, ben ismini telaffuz edince 28 harfi olan Bask alfabesinde iki tane ‘z’ olduğunu anlatıyor. Buna örnek olarak da Haizea’yi veriyor. Haizea, buraya gelmemi sağlayan belgeselde, ‘Denizin Kızı’nda babasını araştıran kızın adı… Araitz, Haizea’nın anlamının ‘Rüzgâr’ demek olduğunu söylüyor, ablasının adı ise Hodei, yani ‘Bulut’ demek. Bir babanın çocuklarına verdiği isim, eğer o baba yaşamıyorsa bir şifre, miras gibidir. Babamın benim adımı ‘Mizgin’ (Müjde), ağabeyimin ismini ‘Bawer’ (İnanmak) koyduğunu hep düşünürüm, hayatta bir öğüt, bir şifre olmalı bu…

Bilbao’da hava bulutlu, yağmur ha yağdı ha yağacak… Araitz, bulutlu havanın, yağmurun ve sisin Bask ülkesinin simgesi olduğunu söylüyor. Babaları bu isimlerle onlara ülkelerini emanet ediyor, onlara ülkelerini sevmelerini yağmurunu, rüzgârını bile sevmelerini söylüyor olabilir mi? Yaşamayan, siz henüz birkaç aylık ya da birkaç yaşındayken sizi bırakmak zorunda kalmış, öldürülmüş bir baba size isminizle neyi tembihler? İnsanın adı neyi söyler?

Araitz’in çok güzel gözleri var, çok güzel gülüyor. İyi hissediyorum yanlarında, dostlar… Bol bol gülüyoruz, farklı yemekler sipariş ediyor ve hepsini paylaşıyoruz… Orada çalışan aşçıyı anlatıyor Urtzi. Siyasetten altı yıl cezaevinde kaldığını söylüyor, henüz görmediğimden, “Bizim yaşlarımızda mı?” diye soruyorum, onaylıyor… Bizim kuşağımızın sırası, babalarımız bedelleri ödedi ve şimdi bizimle devam ediyor…

Çıkışta rahatsız etmeyen ama dolu dolu bir yağmur yağıyor. Urtzi’yle kendimizi metro’ya ulaştırıyoruz çok ıslanmadan. Çıkışta yağmur daha da artmış. Bu kez koşuyoruz. Boynuma sardığım kefiyi, bu kez başıma sarıyorum. Bir garaja giriyoruz, hem garaj, hem işyerleri var. Urtzi’nin çalıştığı Jamaika televizyonu bu tuhaf binanın 5. katında. Merdivenleri çıkıyoruz. Tek kat üzeri az sayıda çalışanıyla faaliyet yürüten bu televizyon sadece Bask dilinde yayın yapıyor. Yağmur yağmaya devam ediyor… Bu Bask ülkesinin olağan havası… Yağmurlu havalar tek başına kasvetli değil. Türkiye’den haberler pekiyi değil… Türkiye. İkiyüzlü davranıyor. Juan’ın deyimiyle psikopatça.

Sahi ben buraya niye gelmiştim? Bunları unutmak ve senaryoyu soğukkanlı, öfkesiz, eşit mesafede yazmak için değil miydi? Artık haberleri izlememeliyim… İzlemeyince haberleri yok sayabilir miyim? İyi bir haber düşmeyecek internet sitelerine…

Gökyüzünden ateş yağıyordu, biz köyde damda yatıyorduk, ben bir köşedeydim tek başıma, diğerleri diğer tarafta yan yana… Kafamı korumaya çalışıyordum ama boşunaydı çünkü gökten az önce yağan ateşler benim kafama da temas etmişti. Bunun ne olduğunu düşünüyordum rüyamda, Amerika üzerimize kimyasal mı atmıştı? Rahatsız edici telefon sesiyle uyandım…

Bu aralar çok sık yaptığım gibi Kürtleri ve Baskı düşündüm… Kendi ülkenin dışına çıkınca her şey daha da berraklaşıyor. Dün Urtzi’ye “Bask ülkesinin başkenti neresi?” diye sordum, güzel soru dedi çünkü sorunlu bir yanıtı var. Tarihsel olarak başkenti Iruñea (İspanyolca Pamplona), ancak bu şehir özerklik sınırlarının dışında kalıyor, resmi olarak başkenti Gasteiz (İspanyolca Vitoria), Baskın en büyük şehri ise Bilbao olarak biliniyor. Fransa bölgesinin yine resmi olmayan başkenti ise Baiona (Fransızca Bayonne).

Yurtdışına gittiğini hayal ettim Urtzi’nin, İspanya’dan geldiği için İspanyol dediklerini onun her defasında düzelttiğini… Benim yaptığım gibi… Peki neden İspanya Baskı, Türkiye Kürtleri kendine dönüştürmeye çalışıyor. Doğanın kuralları gereği herkes bir şey olarak doğar, bu çok önemli bir şey değildir tek başına. Yani esmer, kızıl, uzun ya da kısa boylu oluşumuz, Kürt, Arap oluşumuz, doğduğumuz ailenin bize hangi dili öğreteceği planlanmış şeyler değildir… Ancak bir şekilde Kürt olarak doğduk; bu neden elimizden alınmak isteniyor? Bir yüzyıl ısrarla siz Türksünüz diye baskı yapılması, Türkleştirilme çalışmaları… Doğaya aykırı tüm bu yaşananlar; Kürtçe büyümüş bir çocuğa Türkçe eğitim vererek hayatını sürdürmesi, ismini değiştirmek… Tüm bunlar doğaya aykırı…

Haize ile buluştuk, ‘Denizin Kızı’ Haize ile… O benim tahminler yürüttüğüm isminin anlamına babasının şiirlerinde yazdığı bir dizeyle açıklık getirdi. Babası kızlarına rüzgâr ve bulut ismini vererek hep doğanın galip geleceğini anlatmak istemiş. Doğaya bıraksak kendimizi, tabiata, esen rüzgara…

Haize’nin yüzünü filmden dolayı biliyordum, çok güzel gözleri var, ince zayıf bir yüzü. Babasına benzediğini filmden dolayı biliyorum, ona bakınca bir zamanlar çok yakışıklı olduğunu tahmin ettiğim babasını, Txapela’yı da görüyorum. Saçları kısa kulak memesini geçmiyor, ensesinde bir ince kuyruk bırakmış. Zayıf, çok zayıf… Sanıyorum aynı yaşlardayız. Gözlerindeki ifade tanıdık geliyor, soru soran bakışları… Zihinsel dünyada birbirimize benziyoruz, çok konuşmasak da onu anlıyorum; o da onu anladığımı biliyor, çünkü beni hissediyor.

Önce adının anlamından konuşuyoruz, sonra ben ve ağabeyimin isminden… Bizim isimlerimizi çok felsefik buluyor, burada doğa olaylarının isim olmasının yaygınlığı kadar Kürtler arasında da durumlar, olgular insan isimlerine dönüşüyor; Sozdar, Hêvi, Çîya gibi…

Kürtler ile Baskların isimde bir ortaklıkları yer, dağ, coğrafya isimlerini, yeni doğan çocuklara vermeleri… dağlara aşıklar en az Kürtler kadar; tüm dağların isimleri birer insanın ismine dönüşmüş, tıpkı Cudî, Zagros gibi…

Filmin hikâyesini anlatıyorum… Dil problemi olmasa tüm senaryoyu ona okumak isterdim çünkü bu hikâye aynı zamanda onun da hikâyesi… O da 5 yaşına kadar nene ve dedesiyle yaşamış, eve döndüğünde annesiyle barışamamış uzun süre… Ben 20 yıl sonra gördüm ilk kez, barışabildim mi bilmiyorum… Mahmur’dan döndüğümde en çok annemi özlediğimi hatırlıyorum; babam sanki kulağıma onun adını fısıldamıştı, gidip onu bulmamı, sarılmamı, öpmemi, tüm acılarını hafifletmemi tembihledi…

Haize ile aramızda temel bir fark var; o bu yolculuktan sonra babasını bulduğunu ve ancak ölü bir baba bulduğunu söylüyordu. Bu yüzden bir boşluk hissediyor ve bu yolculuktan önceki halini özlüyor, arıyordu. Yolculuktan önce bir hayaldi onun için, ölmeyen bir hayal; yolculuktan sonra ölen bir gerçeğe dönüşmüştü…

Benim için boş bir tarihti şimdi dolu bir tarih oldu. Onu merak ediyordum, onunla aynı anda buluşmak için can atıyordum, ona kızıyordum, onunla sürekli ama sürekli konuşuyordum. Onu küçükken ısrarla beklemiştim… Nenem bir gün döneceğini söylemişti eskisi gibi, ben henüz doğmadığım zamanlarda olduğu gibi, beyaz arabasıyla… Nenem onun gelişini birkaç kilometre öteden görürdü. Eve varması geceyi bulurdu hep ama evinde yatar sabah erkenden giderdi yine… Yine gelecekti öyle babam. Gelmedi ve hayal kırıklığıyla öldürmedim onu, ölüsüne ağlamadım ondan sadece kaçtım, kırgındım ve kızgındım.

Erivan’da Gülistan’ı görmeseydim, ona aradığımız bir adamın mezarını biliyor mu diye sormasaydım, o gözlerinin içi gülerek “tanıyorum o benim babam” demese onu hiç sormayacaktım, aramayacaktım… Gülistan bunu dediğinde onu çok kıskandım, deli gibi kıskandım ve çok zor olsa da bu yüzden “senin baban olamaz, o benim babam” diyebildim. Bir mucize gibiydi Erivan’daki karşılaşmamız. Nereden bilirdim onun beni orada beklediğini…

Ben onu unutmak istiyordum, hiç konuşmayınca unutacağımı sanıyordum. Köye bile çok az gittim, İstanbul’a beş altı yıldır dönmüş annemi bile birkaç saat dışında ziyaret etmedim, edemedim… Hep sıkıntı yaşadım onlarla; yüzlerine bakamadım birkaç kere konuşmayı denedik ikimize de ağır geldi, benim sözlerim zehir gibiydi annem için. O ağladı kaç kere, “Seni bırakmak zorundaydık” dedi, öyle çok öfkeliydim ki, ağlamasına rağmen, özür dilemedim, teselli etmedim, “Bir şey olmaz geçti artık, iyiyiz” demedim.

Gülistan’ın anlattıkları daha çok onun babası olduğu fikrini doğrulattı. Ona dair hiçbir anım yoktu, nasıl gözükür nasıl gülerdi, nasıl kızar nasıl öğüt verirdi bunları o anlattı… Ben sadece dinledim. Gülistan onun kızı, peki ben kimim?

Haize’de filmle birlikte yaptığı yolculukla annesine döndüğünü anlattı; ölmüş babalarımız bize aşklarını teslim ediyorlar sanki… Ölüler bize hayattaki varoluş amacımızı veriyorlar geri, bize amaçlarını miras bırakıyorlar… Ölüler bize ne çok şey anlatıyorlar?

Bilbao’dan sonra Donostia ve oradan geri kalan günlerimi yazmak için saklanacağım Pasaia’ya geçeceğim.

Baskın Fransa sınırındaki en önemli şehri Hendaye… Hendaye’de Basklı tutuklular için bir etkinliğe gittik “Denizin Kızı” belgeselinin yönetmeni Josu Martinez ve ünlü Basklı palyaço Parrotx ile… Öğrendiğim yeni kelimeler “Bai/Evet”, “Ez / yok” Bunu kendim öğrendim çünkü her taraf afişler, pankartlarla dolu ve hepsi Ez! ile bitiyor… Yine benim öğrendiğim bir kelime “Hemen / Burada” Türkçe’de aynı kelimenin farklı bir anlamı olduğu için ve burada Bilbao’da çokça karşıma çıktığı için… “Hemen Torturatzen da” (Burada İşkence var) “Errepresiorik ez!” (Baskıya hayır) “Euskal Presoak Euskal Herrira” (Bask Tutukluları Bask Ülkesine), “Presoak Etxhera” (Tutuklular Evlerine)… Her tarafta bu pankartlardan görebilirsiniz sokaklar, işyerleri, evlerin balkonlarında…

İspanya politikası tutukları Bask’tan olabildiğince uzağa gönderiyor. 3 milyon Bask nüfusuna karşılık, 800 siyasi tutuklusu var.

Porrotx İspanya hükümeti tarafından yasaklı bir palyaço… Gösteri yapması, çocukları güldürmesi yasak… Geçen sene Filistin’e gidip orada savaşın içindeki çocukları güldürmeyi amaçlayan Porrotx, bu bahar Kürdistan’a gelmeyi planlıyor…

Porrotx ile birbirimizin dilini bilmiyoruz ama bana şunu öğretiyor Baskça, elini kalbine götürerek "Sentitu" (hisset), kafasına götürerek, "Pentsatu" (düşün) ve yumruk yapıp havaya kaldırarak “Egin” (yap) diyor. Tekrar ediyorum arkasından, “Sentitu, Penstatu, Egin!...”

Devam edecek...

TRT Haber'de yeni kitap üzerine söyleşi 4 Kasım'da...

Agora Kitaplığı'ndan yeni çıkan "Yeşim Ustaoğlu: Su, Ölüm ve Yolculuk" kitabım üzerine yapılan söyleşi, 4 Kasım Perşembe 18.50'de TRT Haber'de HAYAT+ programında yayınlanacak.

31 Ekim 2010 Pazar

İlk Zazaca filmimizi çektik


Lice-Genç arası bir köyde ilk Zazaca filmimizi çektik... Filmin içeriği, ekibi hakkında daha sonra yazacağım... filmden bir kesit yukarıda...

10 Ekim 2010 Pazar

Diario Vasco gazetesinin benimle röportajı...

Baskça İspanyolca yayın yapan Diario Vasco gazetesinin röportajı...

http://www.diariovasco.com/v/20101010/cultura/nire-lana-burutzeko-behar-20101010.html

4 Ekim 2010 Pazartesi

30 Eylül 2010 Perşembe

"Yeşim Ustaoğlu: Su, Ölüm ve Yolculuk" kitabı www.kitapkurdu.com'da

Yeşim Ustaoğlu’nun filmlerinin hiçbirinde neden ‘baba’ yoktur? Tüm filmlerinde çok özel anlamlar yüklü su, yolculuk ve ölüm bize neyi anlatır? Yönetmenin kişisel yaşam öyküsü ile sineması arasında nasıl bir bağlantı vardır? Yönetmen neden bizi Türkiye tarihiyle, ötekiyle, karakterin kendisiyle yüzleştirir? Tüm filmlerinde neyi sorgular?

Neden bu kadar çok soru sorarız bir Yeşim Ustaoğlu filmi izlediğimizde?

Filmleri peş peşe izlendiğinde bir yönetmenin en gizli yanı, en çıplak kuytu köşesiyle yüzleşiliyorsa o yönetmen ‘auteur’dür… Auteur kuramı, karanlık bir yolda bir yönetmeni tanımamıza dönük bir fener gibidir. Auteur yönetmen, bir filmi çeken değil, ilk fikrin doğuşundan perdede izlediğimiz ana değin geçen tüm sürede ‘yazan’dır.

Bu kitap, Yeşim Ustaoğlu’nun sinemasına ‘auteur sinema’nın ışığı, sorularıyla bir bakış sunmaktadır…

Kitabı aşağıdaki linkten edinebilirsiniz...
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=568104&changeCurrency=6

23 Eylül 2010 Perşembe

4 Eylül 2010 Cumartesi

The first book on Kurdish Cinema / Kürt Sineması Üzerine İlk Kitap


Kurdishaspect.com - By Devrim Kılıç / Izmir-Turkey

A first book on Kurdish Cinema is published in Turkey by Agora Bookhouse based in İstanbul-Turkey. The book –published in Turkish language- titled in Turkish; Kürt Sineması; Yurtsuzluk, Sınır ve Ölüm (could be translated into English as Kurdish Cinema; Rootlessnes, Border and Death) is an edited book goes for 337 pages.

Edited by a young Kurdish director-writer Mizgin (Müjde) Arslan, the book has four 5 chapters. The first chapter talks about the history and development of Kurdish Cinema, the second is about Kurdish director Yılmaz Güney, the third is about Bahman Ghobadi, the fourth talks about Kurdish Cinema in Diaspora and the fifth is titled ‘Young Kurdish Cinema. Also there are a cronoloji and a filmograhpy of Kurdish films at the end of the book.

16 Kurdish and none-Kuridsh writers, directors, academician such as Tim Kennedy, Devrim Kılıç, Müjde Arslan, Jano Rosebiani, Mehmet Aktaş, Mustafa Gündoğdu, Artsvi Bakhchiyan and Bijan Tehrani and more, have contributed to the book with their 25 articles on different aspects of Kurdish Cinema and the proverb has written by Prof. Hamid Dabashi.

I believe this book has a great importance for Kurdish Cinema which is a yound-developing cinema lead by Kurdish directors like Bahman Ghobadi, Hıner Saleem, Kazım Öz, Jano Rosebiani and so on. Although the term ‘Kurdish Cinema’ is still discussed within cinema circles, I must say, with the coming of this book this discussion has come to an end. The existing of 337 pages book means Kurdish Cinema does exist and now we can talk about the characterictic of this cinema which this book also talk about it.

As we know Kurdish cinema received too much interest in recent years. It was a turning point for Kurdish cinema when Kurdish director Bahman Ghobadi won the Golden Camera Award at the Cannes Film Festival in 2000 for his film "Dema Herspen Serxwes" (A Time for Drunken Horses). With this film and award the term ‘Kurdish Cinema’ has circled repeatly around the world and yound Kurdish Kurdish filmmakers started to shoot short films and documentaries one after another. And hopefully this book will be another turning poing for Kurdish Cinema and it will help to establish a cinema culture within Kurdish society.

Now we have more than hundred Kurdish filmmakers around the world producing feature and short films as well as documetaries. We have Kurdish Film Festivals in different cities of the world, the biggest is of course London Kurdish Film Festival. We have Kurdish film and distrubution companies and hopefully the first İnternational Kurdish Film Conferance and Festival will be held in Diyarbakır Turkey in November 2009.

İt is stated that the publisher, Agora Kitaplığı (Agora Bookhouse) is looking for a coorparation to publish the book in Kurdish and English languages as well.

Here title of some articles from the book;

‘The rise of Kurdish cinema’ written by Devrim Kılıç
‘The Kurdish colour in Armenian Cinema’ written by Artsvi Bakhchiyan
‘The state of cinema in Federal Kurdistan’ written by Jano Rosebiani
‘The role of Kurdish Film Festival in Diaspora’ written by Mustafa Gundogdu
‘Kurds as a divided nation and Cinema of Yılmaz Güney’ written by Tim Kennedy
‘The cinema of Yuksel Yavuz’ written by Isıl Cobanlı Erdonmez
‘Babak Amini; Kurdistan is full of untold stories’ interview by Bijan Tehrani

24 Ağustos 2010 Salı

"Son Oyun" (2006) adlı ilk kısa filmimi ve "Tov" (Tohum, 2009) adlı ikinci kısa filmimi aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz....
http://www.vimeo.com/tag:mujde%20arslan

26 Temmuz 2010 Pazartesi

"Müjde Arslan: Her filmle hafifliyorum" Evrensel Kültür röportajı

Evrensel Kültür'de çıkan röportaj... linki: http://www.evrenselkultur.com/joomla/index.php?option=com_content&view=article&id=7:muejde-arslan-her-filmle-hafifliyorum&catid=1:cerik&Itemid=2
röportaj şöyle:

Yaşadığımız ya da tanık olduğumuz acılar bilincimizden çok vicdanımızda birikir. Biriktikçe nefes keser. Vicdan yükünü hafifletmeden rahat bir soluk alamayız. Yok edemediğimiz acıyı ise paylaşarak azaltırız; anlatmamız gerekir. Hele ki büyük acıların taşıyıcısı bir halktansanız, Kürtseniz, anlatacağınız çok şey vardır.Dengbej olup kılam söyledi Kürtler yüzyıllarca, seslerini duyan olmadı. Hem dertlerini hem dermanlarını yazdılar anadillerinde. Dilleri yasaklandı. Savaşların, ölümlerden, baskıların sıkıştırmışlığından yavaş yavaş sıyrılmaya başlayan Kürtler, artık başka ifade yollarını da kullanıyorlar. Duymamak kolaydır, sadece sestir saklandığınız. Ama trajediden gözünü kaçırmak zordur. Sinemanın etkisini tartışmaya gerek yok. Kürtler sinemayı, sinema Kürtleri keşfetti artık. Hem Türkiye’de hem de dünyanın çeşitli ülkelerinde düzenlenen film festivallerinde sık sık adını duyduğumuz bir isim de Müjde Arslan.1981’de Mardin’in Göllü köyünde doğan Arslan’ın da anlatacağı çok şey var. Arslan, Dicle Haber Ajansı ve Gündem gazetesinde uzun yıllar kültür sanat editörlüğü yaptı. Kirasê Mirînê: Hewîtî/Ölüm Elbisesi: Kumalık belgeselinde küçük yaşta kuma olarak bir erkeğe verilmenin travması sonucu felç olan halası Emine’nin hikayesini anlatıyor. Bu belgesel hem onun vicdan yükünü azaltmasına yardımcı oldu hem Kürt kadınlarının yaşamlarını dünya ile paylaştı. Kürt Sineması: Yurtsuzluk, Sınır ve Ölüm isimli kitabı bugünlerde kitap raflarına düşen Arslan, bir başka kadın hikayesi üzerine de çalışıyor. Ermeni katliamı ardından kaçırılan ya da kurtarılan, Müslümanlaştırılan ve Kürtleştirilen kadınlar çekmek için araştırmalar yapıyor. Müjde Arslan ile yaşamı, ürünleri ve Kürt sineması üzerine sohbet ettik.Üniversitede Biyoloji Bölümünde okudun. Sonra gazetecilik başladı ve ardından sinema... Nasıl oldu bu meslekler arasındaki geçişler?
Aslında en başından beri nereye yürüdüğümü biliyordum. Her adım yeni adımları beraberinde getirdi. Eğer başka bir şansım olsaydı bunların hiçbiri olmazdı; ne üniversiteye giderdim belki, ne yazı yazmaya başlardım, ne film çekerdim. En basitinden dünyada herkesin olduğu gibi benim de bir ailem olsaydı, başka türlü bir insan olabilirdim. İki yaşındayken hem annem hem babamdan ayrılmıştım. Nenem ve dedem büyütüyordu beni. Yaşlı insanlardı ve tek başıma büyümeliydim. O yüzden galiba en çok büyümeyi istedim. Bunun aracı değişse de anlattığım kavramlar hep aynı. Henüz çok küçükken sadece kalemim vardı, şiir yazardım. Sonrasında gezme, okuma, öğrenme imkanlarım arttı. Şimdi bunu en çok sinema karşılıyor. Başından beri kendimce insanlığa bir şey anlatmak derdindeydim; birçok şey canımı acıtıyor ve bunları anlatabilmenin yollarını arıyorum.
Ama aslında biyolojiye de isteyerek girmedin. Deden seni zorlamış sanırım...Dedem beni okutmuyordu. Köyde henüz hiçbir kız çocuğu ortaokula gitmemişti. Sonra çok küçük mucizeler, zaferlerle üniversiteye kadar geldim. Dedem Diyarbakır’ı aşmamak kaydıyla ve öğretmen olmam kaydıyla izin verdi. Tabii evlenecektim; bunu düşündüğünden kadına sadece öğretmenliği uygun buluyordu. Biyolojiyi bilinçli olarak tercih etmedim. Ama üniversiteye gittiğimde hayatımın değişeceğini hissediyordum. Kendi öz gücüme güveniyordum ve bunu açığa çıkarabileceğim bir özgürlüğe ihtiyacım vardı.Peki sinema nasıl başladı?Hayatımda ilk defa 17 yaşında, üniversite birinci sınıftayken sinemaya gittim. Gün geldi sinema için bir düş kurmaya başladım. Dilde görüntülü hikayeler anlatıyordum. Sonra ilk filmimi çektim. Bir şeyi çok dert ediniyorum ve o yükü film çekerek omuzlarımdan indiriyorum. Her filmle yavaş yavaş hafifliyorum. Halamın hikâyesi de öyle bir şeydi. Kadın olarak yaşadığım travmanın çok merkezinde duruyordu Emine’nin hikayesi. Ve ben onun için hiçbir şey yapamıyordum. Bir sürü olanaktan yoksundum ama sinemayla birlikte bunu anlatabilmenin de bir yolunu bulmuş oldum. Sonra süreç hızlandı zaten.
İlk defa 17 yaşında sinema izlemiş, ortaokula gitmek için bile mücadele vermiş biriyken, şimdi ödüller alan, filmleri önemli festivallerde izlenen bir Kürt kadın sine- macı olmak ne hissettiriyor?
Kürtler arasında sinema ayıp bir şeydir. Hele bu sinemayı bir kadın yapıyorsa daha da ayıptır! Benim en yakınımdaki insanlar ninem ve dedemdir. Onlar bi- le, benimle baş edemedikle- ri için izin veriyorlar. Yok- sa utanılacak bir şey yapı- yorum onlara göre. Sinema kültürü yok. Dengbejlik var, masallar var. Zengin bir anlatı kültürü var. Ama modernleşmeyi geç yaşadığı, köylü bir halk olduğu için sinemadan ürküyor. Bir de sinema hep iktidarın aracı olmuştur. Kürtler filmlerde çirkin, şalvarlı, hep öldüren, kan davası sürdüren figürler olarak yer alıyorlar. Bir gün kameranın onlardan yana olabileceğine ihtimal vermiyorlar.
Kürt kadını aslında çok kişiliklidir; sözünü cesurca söyler, zekidir. Ama öyle bir kültürle harmanlanmıştır ki hep kendini gizlemesi, varlığını çok hissettirmemesi gerekir; bu yürüyüşüne, gülmemesine bile yansır. Ve erkek hep yücedir. Kadın erkek için canını vermelidir. Babayı, amcayı, kocayı geç; erkek kardeş o kadar önemli bir şeydir ki senin varlık sebebindir. Erkek kardeşin yoksa sen zayıf, eksiksindir. Bu düşünceyle büyür kız çocukları.Kısa filmlerin ardından bir belgesel, Kirasê Mirînê: Hewîtî/ Ölüm Elbisesi: Kumalık isimli belgesel çalışmanız oldu. Belgeselin konusu feodal gelenekler ve töreler aslında. Son yıllarda töre ya da namus cinayeti denilen kadın katliamları ile ‘Kürtler yapar, Kürtler böyledir’ yargısı şeklinde gündeme gelen tartışmalar var. Bu konuda çalışmış bir sinemacı olarak siz ne düşünüyorsunuz?
Bence kumalık ya da kadın cinayetleri töre değildir. Asla ve asla Kürtler’in gelenek ve göreneklerinde olan, köklü geçmişi olan bir durum değildir. İslamiyetle, dış ülkelerin karma kültürünün etkisiyle kendi kendine yaratılmış yapay bir şeydir. Bunu bir halka mal ederek tartışmak doğru değil. Antropologların işi aslında ama belirtmek istiyorum Kürtler birbirini kollayan bir halktır. Hiçbir halk herhalde başka bir insan için her şeyini bu kadar sunmaz. Bu kadar da içtendirler. O yüzden kesinlikle töre diye bir şeye inanmıyorum.
Bu filmi yapmaktaki temel gerekçem de Kürtlere kendilerini göstermek. Ben bunu gidip saatlerce tartışa bilirdim, bunu yaptım da. Ama bu bir işe yaramadı. Si nemanın gücü burada. Ekranda görünen şeye insanlar daha fazla inanıyorlar.Bir şey daha eklemek istiyorum. Kürt sineması yeni bir kavram. Ama Kürtlerin sinemasındaki iç eleştiri kavramı daha da yeni. Daha çok, kahramanlık öyküleri ya da Kürtlerin ne kadar acı çektiklerinin filmleri yapılı yor. Bana göre Kumalık bir iç eleştiridir. Ben Kürdüm, Kürtçe film yapmayı önemsiyorum ama en büyük eleş tiriyi kendi aileme; Kürtlere yapıyorum aslında.
Tam da burada sormak istiyorum. Kendi ailen, çevren nasıl baktılar bu belgesele? Hem ayıptı sinema yapmak, hem kendi ailenin ayıbını film yapmıştın. Tepki aldın mı?Filmin hiçbir aşaması benim için kolay değildi. Tabii ki ailem, böyle bir film yapmamı istemiyordu. Evin içinde tartışmalar oldu aramızda. Ama İstanbul Film Festivali’ndeki ilk gösterime abim geldi, onunla birlikte izledik filmi. Ummadığım bir tepkiyle karşılaştım. Gurur duyduğunu, çok iyi işler yapacağıma inandığını söyledi. Filmden sonra ilginç bir şekilde bütün aile ilişkilerim düzeldi ve şimdi hakikaten bütün aile yanımda yer alıyorlar, inanıyorlar.
Emine halam yatalak olduğu için onun yaşadıkları evde hiç konuşulmuyordu. O kadar acı bir şeydi ki kimse hatırlamak istemiyordu. Ama bir olayı konuşmaya başladığında güçlü hissediyorsun. Onu söylemek de onu düşünmek de sana daha katlanılır geliyor.
Belgeselin ardından Kürt Sineması isimli bir derleme kitabınız da yayınlandı bugünlerde. Filmlerden kitaba geçelim ve biraz temelden başlayalım. Nedir Kürt sineması?
Kürtler 2000’li yıllara kadar film yapma olanağından yoksundular. Yaşadıkları her bölgede savaşlar, kıyımlar vardı. Asimilasyon politikaları ile Kürtçe’nin konuşulması azaldı. Yoğun bir dış göç vardı. Dünyanın her tarafına yayılmış bir halktan bahsediyoruz ve onların sinemada söz söylemeye başlaması ancak 21. yüzyılda oldu. Her ne kadar Kürt sinemasının ilk filmi, 1926’da Ermenistan’da çekilen “Zare” olsa da asıl doğuşu 2000’de Bahman Ghobadi’nin Sarhoş Atlar Zamanı ile gerçekleşti. Kendi kimliği ile dünyanın da kabul ettiği Kürt sinemasının doğuşu bu filmdir.Kitabın önsözünde ‘Kürt sinemasının kendi bölgesinde seyircisi yok’ demişsiniz. Neden yok?
Kürtlerin yaşadığı coğrafya çok dağınık bir coğrafya. Sarhoş Atlar Zamanı filmi İran’da vizyona girmiştir ama çok kısıtlı imkanlarla ve çok az sayıda kopyayla olmuştur bu... O filmi Mardin’deki seyirci ise izlememiştir. Çünkü Mardin’de sinema yok. Sinema olsa da en fazla üç ya da altı ay açık kalmıştır, birkaç kez denendi. Kürt ulusunun yaşadığı kayıt dışılığı yaşıyor Kürt sineması da. Benim yaptığım diğer filmler de ailem tarafından izlenmedi; ne böyle bir gösterim olanağı oldu, ne de ailemin böyle bir filmi talep edecek bir sinema kültürü var. Bu yüzden ciddi bir Kürt seyircisi sorunu var.
Kitapta hangi film Kürt sinemasıdır, hangisi değildir diye bir eleme yaptığınız belirtiliyor. Yılmaz Erdoğan, Gani Rüzgar Şavata gibi isimlere yer vermediğinizi söylüyorsunuz. Hangi kriterlere göre yaptınız bu ayrımı?
Bir filmin yönetmeni ne kadar Kürt ise filmi de o kadar Kürt’tür. Kürtlük doğuştan gelen bir kimlik olmaktan çok, bu kimliğin sorumluluğunu almakla ilgili bence. Ezilen bir ulustansa bir kişi, o kimliği dışlayarak o kimlik içerisinde yer alamaz. Ben Yılmaz Erdoğan’ın kendisinin de Kürt Sineması başlıklı bir çalışmada yer almak istediğini zannetmiyorum. Bu yüzden Etiler’de yaşayan, oradaki kesime hitap eden bir sinemacı olduğunu düşünüyorum. Onun Kürt, Türk ya da Arap olması fark etmiyor. Gani Rüzgar Şavata’yı almamamızın nedeni ise filmlerinin sinemasal niteliklerini zayıf bulmamızdan kaynaklanıyor. Çünkü kitabın iyi sinema gibi bir derdi var aynı zamanda. Irak Kürdistanı’nda çekilen birçok Kürt filmi var ama hiçbirine sinema diyemezsiniz.Kürt sineması için duygusal bir sinema diyorsunuz. Nedir duygusal sinema olmanın artıları ya da eksileri?
Sinema duygulardan beslenir. Kürtlerin çektiği filmler de ortak bir acının ürünüdür. Bir de Tarkovski’nin çok sevdiğim bir sözü vardır: “Sinema kalbe hitap etmelidir” der. Bence çok doğru. Kürt adını söylemenin bile yasak olduğu zamanlardan gelip bugün Kürt Sineması diye bir kitap yazabilmek de benim için ayrıca duygusal bir mesele.Bundan sonra neler yapmayı planlıyorsunuz. Yine kadınlarla ilgili mi devam etmek istiyorsunuz yoksa farklı konular mı deneyeceksiniz?Belgesel, bir tür olarak beni çok etkiledi. Sinema hep gerçeğin hayalini kurar. Ve hiçbir zaman belgeselde yakaladığın gerçekliğe ulaşamazsın. Dünyaya baktığınızda ya da mesela Adana Altın Koza Festivali’nde bu yıl ödül alan iki film de tür olarak belgesel ve kurmacanın sınırında dolaşıyor. Bu yüzden belgesel duygusuyla film çekmeye devam edeceğim. 6 aydır üzerinde çalıştığımız bir proje var. Ermeni olayları sonrasında Müslümanlaştırıp Kürtleştirilen Ermeni kız çocuklarının hikâyesini anlatacağız. Filmin ismi Kâfirin Kızları olacak. Oldukça geniş bir coğrafyada bunun araştırmasını yapıyoruz. Uzun süre alacak bir proje ama bence çok önemli. Kendi hikayemden yola çıkarak yazdığım bir uzun metraj film sinopsisim var; onun için doğru zamanı bekliyorum; uzun bir yolculuk o film; her gün ona doğru yürüyorum.Ermenilerden bahsetmişken. İlk Kürt filmini de 1926 yılında Soyvet Ermenistanı’nda bir Ermeni’nin çektiğini de öğrendik bu kitapta. Ne kadar artık ayrılmış Ermenistan dışında bir arada yaşamaz gibi görünse de, aslında birbirinden kopamayan iki halk gibi Ermeniler ve Kürtler. Sinema tercihlerinde de bu anlaşılıyor bu sanırım.Bunu ben de bu çalışma sırasında fark ettim. Kürtler mesela bir sürü ülkenin sınırlarında yaşamışlar. Ama ilk Kürt filminin Ermenistan’dan çıkması tesadüf değil. Sovyetlerin de etkisi bu. Çünkü Kürtler bir tek orada kendi kimliklerini ve dillerini özgürce yaşayabilmişler. İlk Kürt filmi 1926 yılında çekilmiş ve aslında çok az film çekildiği bir zamanda yapılmış bu. Düşünün ki Ermenistan’da çekilen 2-3 film var o zaman ve bunlardan biri Zarê filmi. Bu bence önemlidir. Suyun ve toprağın kardeşliği gibidir denir Ermenilerin ve Kürtlerin ilişkisi için. Galiba hakikaten, böyle bir tarihsel kader birliği var.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

3 Haziran 2010 Perşembe

"Ölüm Elbisesi Kumalık" 14 Haziran'da Kanal 24'te

"Ölüm Elbisesi Kumalık" İsrail'in yardım gemilerine saldırısı sebebiyle 31 Mayıs'ta Kanal 24'te yayınlanamamıştı. Açıklandığı üzere 14 Haziran'da saat 20.00'de yayınlanacak, tabi bir felaket olmazsa...

25 Mayıs 2010 Salı

Ölüm Elbisesi Kumalık 31 Mayıs'ta Kanal 24'te


"Ölüm Elbisesi Kumalık" belgeselimiz 31 Mayıs'ta saat 20.00'de Kanal 24'te gösterilecek.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Sabah'ta çıkan "Önyargıların panzehiri sinema" başlıklı haber

Demokratik açılım süreci işleye dursun bir taraftan da sinemada Kürt sorunuyla ve Kürtlerle ilgili filmler iyice görülmeye başladı. Sözü, ses getiren filmlerin Kürt yönetmenlerine bıraktık. Ortak kanı: Bu filmler önyargıların kırılmasında etkili oluyor

1- Kürt sorunuyla ilgili ilk film 1996'da (Işıklar Sönmesin) çekildive o gündengünümüze kadar pek çok film beyazperdeye yansıdı. Devletin de 96'dan beri Kürt sorunuyla ilgili politikaları değişti. Sizce sinemacılar politikacıların bir adım önünde mi? Neden?
2- Kürt sorununun sinemada işlenmesinin bu sorunun çözümüne ne gibi faydalarıoluyor?
3- Demokratik açılımla ilgili ne düşünüyorsunuz?

1996'nın bir kış gecesi... İstanbul'da Çemberlitaş sinemasında Reis Çelik'in Işıklar Sönmesin filmi ticari gösterimdeseyirciyle buluşuyor. Film bittiği vakit âdet olmadığı üzere seyirciler alkışı patlatıyor. Alkışın sebebi, 90'ların o sert politik ikliminde Kürt sorunuyla ilgili bir filmi, beyazperdeye taşıma cesareti. Kürt sorununun beyazperde serüveninde ilk filmolarak kabul edilen Işıklar Sönmesin'in ardından Yeşim Ustaoğlu Güneşe Yolculuk, Handan İpekçi Büyük Adam Küçük Aşk'ı çekti. Ama bu filmler Işıklar Sönmesin kadar şanslı olamadı! Çünkü Güneşe Yolculuk yurtdışında büyük ses getirmesine rağmen Türkiye'de geç vizyona girmek zorunda kaldı. Türkiye'nin Oscar temsilcisi olan Büyük Adam Küçük Aşk ise gösterime girdikten sonra yasaklandı. Bugün ise Kürt sorunuyla ve halkıyla ilgili filmleri genel olarak Kürtyönetmenler çekiyor. Sinemada dijital devrimin film çekmeyi kolaylaştırması, Kürt yönetmenlerin ve filmlerin sayısının artmasına da olanak sağladı. Onlar da ister uzun ister kısa ya da belgesel olsun bu sorunu işlemenin ötesinde Kürtleri anlatmanın peşine düştüler. Ama yine de ister istemez yaşanan acılar gelip bir yerlerde peliküle takılıp kalıyor işte. Kürt sorunuyla ilgili bu yönetmenlerin çektiği filmler kamuoyunda sorunun tartışılmasında etkili olan unsurlardan biri. Bunun içinsinemanın toplumu etkileme gücü ne kadarsa bu filmler de o oranda bir farkındalık yaratıyor. 1996'dan beri devletin de Kürt politikası değişti. Artık 'açılım'dan söz edilir oldu. Hatta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan sinemacılarla bile buluştu, onlarla demokratik açılımı konuştu. Yakın zamanda çektikleri kısa, belgesel ve uzun metraj filmlerle ses getiren Kürtyönetmenlerle Kürt sorununa bakışlarını ve açılımı konuştuk.

http://www.sabah.com.tr/Ekler/Pazar/Guncel/2010/05/16/onyargilarin_panzehiri_sinema

Bolu Olay gazetesiyle yapılan röportaj

”Yol “filmi iyi özümlenirse Türkiye’deki birçok sorun çözülür”

Son yıllarda aldığı pek çok ödülle Türkiye’nin ümit vaad eden film yönetmenleri arasında gösterilen Müjde Arslan V.Uluslararası İşçi filmleri festivali kapsamında geldiği Bolu’da Bolu Olay gazetesi haber müdürü Hakan Karacaören’in sorularını cevapladı.

Bolu Halkevi çok amaçlı salonunda gösterilen “Ölüm Elbisesi: Kumalık” isimli son belgeseli hakkında değerlendirmelerde bulunan Arslan kumalığın kendi memleketi olan Kızıltepe'de kadınların en büyük korkusu olduğunu vurgulayarak ; "Erkek çocuğu doğurmamışsan, bel fıtığıysan, ağır taşıyamıyorsan, erkeğin anne ve babasına itaat etmiyorsan, misafirperver değilsen her an bir kuman olabilir." Şeklinde konuştu.

Müjde hanım öncelikle Bolu’ya hoşgeldiniz.Zannedersem Bolu’ya ilk gelişiniz bu.Kentimizi nasıl buldunuz?

Evet Bolu’ya ilk gelişim. Gelmişken Bolu’da bir gün daha kalıp bizlere çok anlatılan Abant ve Gölcük gibi yerleri görmek istiyorum.Bol bol da fotoğraf çekmek istiyorum.

“Son Oyun" adlı ilk kısa filminiz yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli ödüller aldı. Daha sonra "Nora" adında kısa film ve "İkinci Adres" adlı belgeselinizden sonra şimdide “Ölüm Elbisesi: Kumalık” isimli kısa belgeselinizle adınızdan söz ettiriyorsunuz. Daha önce verdiğiniz bir demeçte “Kendi kişisel hikâyemden yola çıkarak Güneydoğu’da geride kalan çocukların hikayesini anlatacağım bir senaryo yazıyorum” demişsiniz. Bu filmin senaryo aşamasını tamamladınız mı? Tamamladıysanız ne zaman çekmeyi planlıyorsunuz?

Filmin adı “Kayıp mezar “olacak. İlk Uzun metrajlı filmim olacak. Önümüzdeki kış ayında çekmeyi planlıyorum. Ama Hakikaten çok meşakkatli bir süreç çünkü yönetmenlik zaten zor bir alan, bunun için çok donanımlı olmanız gerekiyor ama öyle bir geçmişimiz yok. Türkiye’deki eğitim sistemi maalesef birçok alanda insanlarına ciddi bir birikim vermiyor. Son 4-5 yılda yaptığımız çalışmalardan ne kadar sonuç aldıysak diyelim… Yıllardır hem resim hem de müzik sanatı üzerine okumalar yapıyorum. Senaryo yazımı için kendimi pek çok alandan beslemeye çalışıyorum. Senaryosu için Mayıs sonunda Van, Mardin, Şırnak illerini gezip oralarda mekânları netleştirmek istiyorum ayrıca senaryo yazım sürecini de bu aşamada tamamlamak istiyorum. Filmde oradaki halk yani yerli oyuncular olacak. Aslında büyük bir hayal kuruyorum. Gerçekleşir mi? gerçekleşmez mi? bilmiyorum. Önümüzdeki kış ayları düşünüyoruz yani…

Sayın Başbakan açılım sürecinde Yılmaz Güney’in Endişe ve Yol filmlerini örnek göstererek “Türkiye Yılmaz Güney’in filmlerini anlasaydı bugün farklı bir yerde olurdu” dedi. Ben kişisel olarak Başbakanımızın sözünü ettiği Yılmaz Güney filmlerini seyretmediğini düşünüyorum. Ben bir gazeteci olarak bu sözleri söylediği basın toplantısında olsaydım kendisine “Endişe “ filminin başrol oyuncusunun ismini sorardım. Bu sorunun cevabını doğru olarak alabileceğim noktasında ise ciddi kuşku duyuyorum…

Açılım sürecinde verilen o yemeğe Mahzun Kırmızıgül gibi Sayın Başbakanla Danışıklı dövüşlü olan isimlerin katıldığını düşünüyorum. Yılmaz Güney’in isimlerinin telaffuz edilmesi doğru bir şey aslında. Gerçekten Yılmaz Güney’in sineması 70’li yıllar için oldukça ilerici bir sinema… Doğru yerlere parmak basıyor Yılmaz Güney.

“Endişe” filmini seyretmişsinizdir. Adana’ki pamuk işçilerinin dramını anlatan bir film. AKP iktidarının çalışan kesime bakış açısı ise ortada… “Endişe filmini “Sayın Başbakan seyretmiş olsaydı bence örnek göstermezdi… Buna katılıyor musunuz?

Sayın Başbakan’ın yaptığı şeylerle söylediği şeylerin birbiriyle uyuşmadığı durumlar olabiliyor. Söylemde oldukça hoş görünmesine rağmen ben bunun sempati toplamak için söylediğini düşünüyorum. Ahmet Kaya’nın da daha önce ismini telaffuz etti biliyorsunuz. Bunları sempati toplama ve yandaş bulma olarak özetleyebiliriz diye düşünüyorum.”Yol “filmi bence iyi özümlense ve oradaki kavramlar teker teker irdelense bence Türkiye’deki birçok sorun çözülür. Ayrıca sizin bahsettiğiniz o soru da söz konusu yemekte sorulabilirdi bence…

Yılmaz Güney demişken onun senaryosunu yazdığı ama vefat etmesi yüzünden çekemediği “Dağ” isimli projesinden de bahsetmek yerinde olur. Güney’in “Yol” filminden hemen sonra çekmek istediği ama önceliği “Duvar” filmine vermesi yüzünden hayata geçirilememiş bir proje olan “Dağ” filminin senaryosu Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney ve filmde oynaması için antlaşma sağlanan Tarık Akan’da bulunuyormuş. Bugüne kadar ikisi de senaryonun içeriği hakkında bilinçli olarak hiçbir ipucu vermediler. Bazı çevreler senaryonun banka kasasında bile saklandığını ifade ediyorlar… Bu filmin bugün çekilmesi fikrini siz nasıl değerlendirirsiniz?

Bu konuda gerçekten bir şey bilmiyorum. Yılmaz Güney son röportajlarından birinde bazı film projelerinden bahsediyordu. Belki bu “Dağ” filmiyle ilgili olabilir ama konu hakkında çok fazla bilgimin olmadığını söyleyebilirim.

Bia-net haber portalına verdiğiniz bir röportajda “Kürt sanatı ve kültürü bu ülkeye çok şey katacaktır “diyorsunuz…Bunu biraz açar mısınız?

Sadece Kürtlerin değil Müslümanlaştırılmış Rumların da, Ermenilerinde, Afrika’dan ülkemize gelen siyahlarında -ki ilk belgeselim onların üzerineydi. Bu ülkeye çok şey katacaklarını düşünüyorum. Bu açıdan Kürtlerde edebiyatla, sözlü kültürüyle bu ülkeye çok şey katabilir. Bunlar bugüne kadar gizlenmiş ve şimdilerde yeşermeye başlıyor… O çok olumlu ve müthiş bir zenginlik yaratabilir. Gerçekten bu konuda umutluyum. Umutlu olamazsak zaten hiçbir şey üretemeyiz.

Sizin bir kitabınız var Rejisör Atıf Yılmaz diye… Nerden aklınıza geldi Atıf Yılmaz?

Ben ilk başta sinemayı izleyerek ve okuyarak öğrendim. Önce gazetelerde sinema yazıları yazarak başladım. Sonrasında karşıma Atıf Yılmaz örneği çıktı. Ekonomik sıkıntılar yüzünden zaman zaman çok kötü filmler yapsa da çok önemli filmleri de vardır. Türk sineması açısından

Selvi boylum al yazmalım gibi…

Evet yeniden vizyona girdi yıllar sonra gerçekten çok fazla filmleri var. Çok geniş filmleri var. Tanışıyordum da kendisiyle üç ayrı zamanda röportajlar yapmıştım. Sonuçta böyle bir derleme kitabı ortaya çıkardım. Bir de arşiv olsun istedim. Örneğin bugün genç kuşak mesela “Recep İvedik” filmlerini izleyenler Atıf Yılmaz ismini bilmezler.103 tane film yaptığını bilmezler. Bellek ya da kütüphane yaratmak ta denilebilir buna… Aynı şekilde Kürt sinemasıyla ilgili bir kitapta hazırlamıştım geçen yıl oda piyasaya çıktı. Sinemayı okuyarak öğrenen birisi olarak böyle bir kaynağın olması gerektiğini düşündüm. Çünkü birer birer makale dolaşıyordu piyasa da ben hepsini bir araya getirerek birleştirdim.

Geçtiğimiz aylarda verdiğiniz bir röportajda “Ölen kim? Öldüren kim? Kürtlerin ve Türklerin birbirinden ayrılmaz bir tarihleri var, herkes akraba bir kere… bu yüzden birlikte yaşamak ve belki de dünya halkları için yoksul insanlar için birlikte mücadele edilmelidir” diyorsunuz… Bu sözünüzün arkasında mısınız bugünde…

Tabi ki arkasındayım. Bir kere birçok sorunumuz ortak. Yani ben dil ve kültür açısından Kürtlerin mücadelesini çok önemsiyorum ama unuttuğumuz çok şey var. Bütün Anadolu insanının ortak mücadele alanlarını kastediyorum. Yoksulluğu, eşitsizliği, ezilmişliği bunun gibi yani bunlar her gün yaşadığımız şeyler… Her gün hepimiz çeşitli şiddetlerle karşı karşıya kalıyoruz. Mesela sen Arap mısın? Kürt müsün? Herhangi bir fikrim yok. Sorma gereği de duymadım. Yani seni bu şekilde kabul edip, beraber ama ortak sorunları tespit ederek bunun üzerinden çaba göstererek mücadele etmek gereğini düşünüyorum. Bunu yaparken en mühim olan şeyinde kültürle yani insanı insan yapan şeyle sinemayla, kitapla yapmak gereğini düşünüyorum. Yani Hayatın en güzel taraflarını alarak yapmaktan söz ediyorum…

Birazdan izleyeceğimiz “Kuma” filmi bildiğim kadarı ile halanız Emine Hanım’ı anlatıyor. Film, Emine hanım’ın hikâyesinden yola çıkarak “ölüm elbisesi” kumalığa, bu elbiseyi giymek zorunda kalan kadınların yaşadıklarına yakından bakıyor galiba…

Evet, halam gördüğü şiddet yüzünden 30’lu yaşlarının sonunda ağır bir felç geçirdi ve aklını yitirme noktasına geldi.

Akraba evliliği yapmış galiba…

Evet akraba evliliği yaptı. Emine’nin hikayesi benim çocukluğum boyunca gördüğüm en feci hikayelerden birisidir. Çünkü çok şiddet görüyordu. Her tarafı kanlar içersinde dedemin evine dönüyordu. O yaşlarda hiçbir şey yapamamanın getirdiği dürtüyle bir gün bir şeyler yapmam gerektiğinin sorumluluğuyla bir gün film yapmaya başladığımda elime kameraya aldığımda onun hikâyesini mutlaka çekmeliydim. Çünkü hiçbir şey boşuna yaşanmıyor. Yaşanan her bir şey başka insanların hayatlarında dönüştürücü bir güce dönüşebilir.

Son dönemde Türkiye sinemasında en beğendiğiniz filmi sorabilir miyim? Okuyucularımıza önerebileceğiniz bir film var mıdır?

Vardır mutlaka ama benim en çok bayıldığım Semih Kaplanoğlu filmleridir.Genelde benim tavsiye ettiğim filmleri de seyredenler çoğunlukla beğenmezler…Ama Kaplanoğlu’nun filmleri bir edebiyattır.Sanki roman okumuş gibi olursunuz.O yüzden biraz sabırlı olmak gerekir.Acele etmemek gerekir.O filme kendinizi bırakmanız gerekir.Hollywood’un alışkın olduğumuz görüntüsü yoktur ama daha fazlası vardır.Kısaca bütün bir hayat vardır orada…İzleyiciye çok unutulmaz tatlar yaşatır.Benim yönetmenlerim derseniz Semih Kaplanoğlu,Yunan angeplus,

Felleni var mı ?

Felleni var ama benim için muhteşem değil ,benim için godard çok önemlidir.Ben sinemadaki edebiyat duygusunu seviyorum.

Birazda Muhalif bir niteliği olması gerekiyor galiba…

Evet içeriği çok önemli yani en önemli soru şu; kim için? Ne için ? film yapıyoruz? Yani bir film hayattaki önemli bir olgu hakkında mesela yalnızlık hakkında yeni bir şey söylemiyorsa…çok politik olması da gerekmez ama sizin hayatınızda yeni bir şeye dönüşmeyecekse ve sizin için yeni bir şey söylemeyecekse o filmin bence çekilmesinin bir anlamı yok.O film bence çöpten ibarettir ve dünyada da çöpten oluşan milyonlarca film vardır.Yani bir Yılmaz güney filmlerini alın bir yere neyi alıyor neyi söylüyor? Özellikle 70’teki Umut filmi o günkü insana neyi anlatıyordu, çok önemli bir filmdir.

Dönemeç niteliğinde bir film diyebiliriz …

Evet tam 70’lerin başında gerçekten dönemeç niteliği taşıyan bir filmdi.Birde o dönem çekilen tipik Yeşilçam filmlerine bir bakın arada çok fark var.O yüzden bir film yapıyorsak ve öyle bir imkanımız varsa.Bunun sorumluluğunu her gün hatırlamalı seyirci olarakta yönetmene hergün hatırlatmalıyız.Sen film yapıyorsun,bu kadar para harcıyorsun ama ne için film yapıyorsun?

Yani mesaj kaygısı?

Yani mesaj kaygısı vardır evet…

Müjde Arslan Kimdir?

1981 yılında Mardin'de doğdu. Dicle Haber Ajansı'nın Diyarbakır şubesinde öğrencilik yıllarında gazeteciliğe başladı. Ardından aynı yıl kültür ve sanat muhabiri olarak ajansın İstanbul şubesine geçti.Gündem gazetesine geçene dek bu yayında kültür ve sanat muhabirliği ve editörlüğü görevini yürüttü. Gündem gazetesinde sinema yazıları yazdı, kültür ve sanat editörlüğü yaptı. Aralarında Virgül, Varlık, Edebiyat Eleştiri, Cumhuriyet Pazar, Mesele'nin de bulunduğu çok sayıda yayında sinema ve edebiyat yazıları yayınlandı."Son Oyun" adlı ilk kısa filmini çekti. Film yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli ödüller aldı. Daha sonra "Nora" adında kısa film ve Londra'da yaşayan Türkiyeli yaşlıların yaşamlarını anlattığı "İkinci Adres" adlı belgeselin yönetmenliğini yaptı.Dicle Üniversitesi Biyoloji Bölümü'nde başladığı eğitim yaşamını Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü'nde devam ettiriyor. "Rejisör: Atıf Yılmaz" adında derleme bir kitabı bulunuyor. Son filmi " (Ölüm Elbisesi: Kumalık, 2009) 28. Uluslarararası İstanbul Film Festivali'nde prömiyer yaptı.
Son Oyun filmiyle aldığı ödüller
• Marmara Üniversitesi Kısa Film Yarışması: En İyi Görüntü – Mansiyon
• PAM Çevre Film Festivali: Özendirme Ödülü
• Tohum Kısa Film Festivali: Sevgi ve Dostluk Ödülü
• Tanger Akdeniz Filmleri Festivali (Fas): Mansiyon Ödülü
• Boston Belgesel ve Kısa Film Yarışması En İyi Kısa Film Ödülü

http://www.boluolay.com/news.php?id=40063&t=”Yol%20“filmi%20iyi%20özümlenirse%20Türkiye’deki%20birçok%20sorun%20çözülür”

11 Mayıs 2010 Salı

Zarok

Awirê te yê zelal tiştekî yekcar bedew e.
Dixwazim wî bi reng û werdekan tijî bikim,
Bi baxçeyê teyr û tebayên nû

Yên ku tu navên wan tînî bîra mirov-
Gulberfînkên avrêlê, serika çermesoran,
Bistiyê

Biçûk ê bêqermîçek,
Bêrma ku xwiyang tê de
Divê mirêsdar û nemir bin

Ne ev badana
Destan a dijwar, ne ev arîkê
Tarî yê bêstêrk.
28 Çile 1963
Slyvia Plath, çev: Kawa Nemir

23 Nisan 2010 Cuma

Yeni Belgesel Filmimiz Tamamlandı

Türkiye'de yaşayan Afrika kökenlilerin 70 yıl aradan sonra kutlamaya başladıkları Dana Bayramı üzerine hazırladığımız belgesel tamamlandı. 'Kamkasa vit vit / Dana Bayramı' adında filmin süresi 29 dakika. Film ilk gösterimi 8 Mayıs'ta kutlanacak olan Dana Bayramı etkinlikleri kapsamında İzmir'de gerçekleşecek...

13 Mart 2010 Cumartesi

Ölüm Elbisesi'nin Filmmor gösterimleri...

"Kirasê Mirinê: Hewîtî / Ölüm Elbisesi Kumalık", Filmmor Kadın Film Festivali kapsamında Filiz Bulut'un "Deng/Ses" filmiyle birlikte 16 Mart salı saat 21.00'de Melek'te (Bekar Sokak), 20 Mart saat 14.00'te İstanbul Modern'de...
Bölümün adını da "Jin Jiyan Azadi" (Kadın, Yaşam ve Özgürlük) oluşturuyor...

24 Şubat 2010 Çarşamba

OBM'de Ölüm Elbisesi Kumalık gösterim ve söyleşi


Film 4 Mart 2010'da İTÜ Taşkışla binasında saat 18.30'da gösterilecek. Prof. Dr. Serpil Sancak, filmden sonra "Kadının Sessiz Sesi" başlıklı bir söyleşi gerçekleştirecek..

http://sanatkop.com/index.php/osmanli-bankasi-muzesi-sinema-programi/

17 Şubat 2010 Çarşamba

KAYIP BİR MEZARIN PEŞİNDEN MAHMURA YOLCULUK

Türkiye, yaşanan bir iç savaşın içinden "demokratik açılım" söylemlerinin konuşulduğu bir dönemece geldi: Bu, benim de içinde bulunduğum bir kuşakla yaşıt bir savaş. Babam bizi bırakıp dağlara gittiğinde benim şimdiki yaşımdaydı, bense henüz iki aylıktım. 1980 yılı 12 Eylül cuntası zamanlarıydı. O, bir oğul, bir baba, bir savaşçı, bazen bir "terörist" olarak zihnimde yer aldı. İlkokul ikinci sınıfta tüm sınıfa babalarının mesleği soruldu; benim dışımdaki herkes "çiftçi" derken ben "terörist" demiştim, televizyondan duyduğum buydu çünkü. Her gün haberler çeşitli rakamlarla kaç teröristin ölü geçirildiğini yazıyordu ve nenemle ikimiz merakla, korkuyla adı "Anadolu'dan Görünüm" olan programı izlerdik. "Terörist" adını ilk orada duydum.

Babamın iki yıl önce öldüğü haberini üniversiteye başladığım 1997 yılında aldım. Varlığı, küçükken bize hatıra diye gönderdiği sesi ve fotoğraflarıyla sınırlıydı; belki de bu yüzden onu hiçbir zaman rüyamda görmedim; yaşadığına inanamadığım birisinin öldüğüne nasıl inanacaktım? Nasıl güler, bakar, severdi? Bunu bilmediğim gibi nasıl, nerede, ne zaman öldüğünü de bilmedim. Çatışmalarda hayatını kaybeden çokça insanın cesedinin nerede olduğu bilinmediği gibi... Elimdeki tek bilgi, en son Irak'taki mülteci kamplarında kaldığı ve ona "Kızıl Kemal" denildiği... Bu izleri takip ederek bir kızın babasını arayış yolculuğun hikâyesidir bu yazı. Geçen yılın Aralık ayından bu yana babamın mezarını aramak için Mahmur'a gitmek istiyordum. Erivan'a, Ermeni-Türkiyeli sinemacılar platformunun ikinci buluşması dolayısıyla bir atölye çalışması için gitmiştik. 2008 yılının Aralık ayıydı. Benim yolculuğum orada başladı; hayatın hangi bölgesinde neyin, ne zaman karşınıza çıkacağını bilemezsiniz. Bu karşılaşma bana bunu öğretti. Türkiye'den beraber gittiğimiz Türkiyeli bir arkadaş Erivan'da Kürt arkadaşları olduğunu söyledi; onlarla tanışmak istedim. Bir kafede buluştuk; iki kız iki erkektiler. Kızların ikisi de savaş koşullarında Türkiye'de yaşama şansları kalmadığı için Irak'a geçen Kürtlerin kaldığı mülteci kamplarında büyümüştü; önce Şeranış, Bihere, Bersive, Etruş, Geliya Kiyamete (Kıyamet Vadisi), Ninova, şimdi de Mahmur'da olarak adı ve yeri sürekli değişen kamplarda. Babama dair aklımda kalan şey Zaho'da ve bu mülteci kamplarında görev yaptığıydı. Bir refleksle "Bir adamın mezarını arıyoruz, o da kampta kalmıştı" dedim. Adını sordu. "Kemale Sor" (Kızıl Kemal) dememle, Gülistan'ın "Tanıyorum, o benim babam" demesi bir oldu. O an donup kaldım; kaç saniye sürdü bilmiyorum, sonra diyebildim "O senin baban olamaz" diye. Bu bir şaka olmalıydı ama o ısrar ediyordu, boyunun uzunluğunu, gözlerinin mavisini, önü açılmış saçlarını, kafasına sardığı sarığı gözlerinin içi gülerek anlatmaya devam ediyordu. "O benim babam" dedim bu kez. Masada üşüten bir sessizlik oldu; herkes bir öbürüne bakmadan sessizce ağladık. O gün çok fazla konuşamadık. Ben üç gün otel odasından çıkamadım; unuttuğum, hiçbir zaman adını anmadığım, kendimce yok saydığım babam sanki geri dönmüştü. Yıllarca onu gizlemek zorundaydım; Türkiye'de "terörist" diye adlandırılan bir adamın kızı olarak yaşamak kolay değildi; dedem en çok bunu tembihlemişti. Bu sebeple babamın koyduğu Mizgin adını nüfus memurunun Müjde diye yazmasına bir itirazı olmamıştı. Nenemin ve dedemin nüfusuna kayıtlıydım. Bu sebeple ilkokulu bitirene dek kimliğim çıkmadı. Nüfus memuru babaanneme "Sen bu kızı 50 yaşında doğurmuş olamazsın" diyerek ret ediyordu. 11 yaşında, ilkokulu bitirdiğim yıl bir kimlik sahibiydim. Mardin'de bir kadın olarak var olmanın tek yolu eğitim almaktı ve okula kayıt yapmak için nüfus cüzdanı gerekliydi; başka da bir anlamı yoktu zaten, yazılan her şey yanlıştı; ismim, doğum tarihim, annem, babam. Babamı çocukluğum boyunca konuşmadık; onu birbirimizle paylaşmadık, herkes kendi içinde taşıdı. Şimdi yıllar sonra 28 yaşında o Erivan'da bir genç kadının yüreğinde, parlayan gözlerinde karşıma çıkıyordu. Peki onunla nasıl barışacaktım, onu nasıl taşıyacaktım? Üç günün sonunda İstanbul'a döneceğimiz gece uçağına binmeden önce Gülistan'la bir daha görüştük. O, babamın kamptaki annesiz babasız yüzlerce çocuğa babalık yaptığını anlattı; çocukları ne kadar sevdiğini... Mutlaka Mahmur'a gitmem gerektiğini, gidersem orada diğer kardeşlerimizi göreceğimi söyledi. Döndükten sonra İstanbul'da benzeri kriz halini sürdürdüm; sarsılmıştım; yıllarca ağlamamış, unutmuş, bu konuyu hiç konuşmamıştım. Artık onunla buluşmak istiyordum; küçüklüğümden beri dinlemediğim ses kaydını dinledim; yıllar sonra sesinin ne kadar güzel olduğunu fark ettim. Erivan'da bir şeyler beni uyandırmış ve onu görmeden, hiçbir şeyin yoluna girmeyeceğine emin olmuştum. Mahmur'da, o coğrafyada bir yerlerdeydi sanki. Döndükten sonra her koşulda Mahmur'a gitmenin yolunu aradım. Mezarının nerede olduğunu bilmiyorduk; nasıl öldüğünü, son olarak nerelerde kimlerle kaldığını, ne görev yaptığını, neyi konuştuğunu... Beni anlatıp anlatmadığını, sevip sevmediğini merak ediyordum. Onu ararken bir süre sonra onun orada bir yerlerde olduğuna emin oldum; nihayet bir yılın sonunda 18 Kasım'da (2009) İstanbul'dan yola çıktım. Yola çıkmadan iki gün önce hayatımda ilk kez onu rüyamda gördüm. Küçüklüğümde, onu henüz unutmaya karar vermediğim zamanlarda, yatmadan önce onu düşünür, dua eder ve onu rüyamda görmeyi isterdim. Onunla aynı anda bulunma duygusunu öyle çok merak ediyordum ki. Rüyamda bir fotoğrafı canlanmıştı; genç ve yakışıklıydı; ben onun babam olduğuna inanıyordum ama etrafımdakiler onun babam olmadığını söylüyordu, babamın yüzünü kullanan başka biriydi onlara göre. Rüya olduğu için gerekçesi şimdiki kadar saçma gelmedi ama yine de inanmadım onlara; onun babam olduğuna inanıyordum. Mutluluktan ayaklarım yerden kesilmişti, öylesine mutluydum. Sanki ilk kez yüz yüze, yan yanaydık. Mardin'e gideceğimiz saatler yaklaştıkça onu görmeye gider gibi heyecanlıydım. Şimdi bile yazarken aynı heyecanı yaşıyorum. İlk birkaç denemem gerçekleşmedi. Irak'a tek başıma gitmeye korkuyordum. Küçüklüğümden beri hep korkaktım; dedemden korkardım, karanlıktan, jandarmalardan, devletten, köpekten, nenemin ölmesinden, biraz daha büyüdüğümde kent yaşamından, gökdelenlerden, uçaktan, gürültüden korkardım. Ama bir o kadar cesurdum; korkunun tuhaf bir cesaret verdiğini çok önceden fark etmiştim. İnsan hem korkak hem de cesur olabilir, belki bunu bir tek inat açıklayabilir. Yine aynı dönemeçteydim; hem korkuyor, hem gidiyordum. İlk durağım Mardin'di; önce nenemden, dedemden, arkadaşlarından Kürt davasına, mücadeleye nasıl başladığını öğrenmeliydim... Kimdi bu mavi gözlü Kızıl Kemal ya da sivil hayattaki adıyla Ahmet Arslan? Ahmet, köylü bir ailenin en büyük çocuğu. 1977'nin Şubat ayında taksi şoförlüğü yaptığı sırada devrimcilerle tanışıyor ve o esnada aradığının hep bu olduğunu anlıyor; böyle anlatıyor mücadele arkadaşı, aynı zamanda dayı oğlu Mahmut. Böylece ilk örgütlemenin içinde yer alıyor. Bu esnada iki çocuğu oluyor; bir yaş büyük ağabeyim Bawer (İnan), 1980 yılının Haziran ayında da ben Mizgin (Müjde). İkimizin adını da o koyuyor; "müjde"li bir gelecek yaratacaklarına "inan"ıyor. İlk kez 12 Eylül'den önce gözaltına alınıyor. 1980 yılının Mart ayında, ben annemin karnında iken. 15 gün gözaltında kalıyor, kirpikleri, tırnakları sökülüyor. Çıktığında üç gün hastanede kalıyor; sonra yarı baygın halde evine getiriliyor. Bir şey itiraf etmediği için ortada suç yok, ancak yine de artık ovada güvende değiller. Mardin'in dağlarında kalıyorlar sonraki aylar, 12 Eylül olana dek. 12 Eylül bir tufan gibi vuruyor, cezaevine girenler, öldürülenler... Örgütleme için Suriye'ye geçmeleri gerekiyor. Tren yolunu kullanacak, hep yavaşladığı bir viraj var; tam oradan geçerken atlıyor. Bunu ilk kez Mardin'de öğreniyorum, şimdi akıl sağlığı bozuk olan kız kardeşi, halam anlatıyor; tekrarladığı tek cümle bu: "Ahmet trenden atladı gitti". Gittikten sonra iki yıl Beyrut'ta kalıyor; orada örgütleme hızla gelişiyor. İki yıl sonra birkaç yaş büyük amcası onu buluyor; Türkiye'de ailesi var Ahmet'in, bir kızı, oğlu ve henüz 20 yaşına girmemiş olan genç eşi. Ailesinin gelmesini istiyor; orada daha güvende olacaklar. Aile kaçakçılarla götürülecek; yalnız bir sorun var: İki çocuğun ikisinin de götürülmesi büyük risk; üstelik ben sürekli ağlayan huysuz bir çocuğum. Annem, Bawer'i alıp beni bırakıyor. Ben yıllarca beni neden götürmediğinin öfkesini yaşarken, annem de ağlayan sesimi duyuyor uzun süre. Bense ağlamıyor, sadece susuyorum. Vücudumda yaralar çıkıyor; köylüler neneme akıl veriyorlar. Şeyhlerin tükürüğü işe yaramayınca doktora götürülüyorum. Doktor ilk bakışta, "Bir çocuk için çok büyük derdi olmalı, üzüntüden hastalanmış" diyor. Susmak beni hasta ediyor. Babam, ailesiyle bir yıl sonra Suriye'nin Amude kasabasında görüşüyor; bu defa orada hapse giriyor; Türkiye'ye mi teslim edilecek derken hapisten bırakılıyor. 1991 yılına dek de Beyrut, Şam, Kamışlı'da faaliyet yürütüyor. Aile Suriye'de yoksullukla mücadele ederek hayatta kalmaya çalışıyor. 1991 yılında ailesini son kez görmeye gidiyor ve oradan sınırı geçerek Irak'a gidiyor. 1991 yılından 1995 yılında Etruş kampı yakınlarındaki Aslan Tepe'de öldürülene dek bu coğrafyada Behdinan'da, Botan'da, Zaxo'da kaldı. Yaşından ötürü çoğunlukla lojistik sorumlusu olarak, halk arasında kaldı. Mardin'de halamla konuştum önce; aslında pek konuşamadık, daha çok bakıştık. O sadece, "Ahmet trenden atladı gitti" dedi. Sağlıklı olduğu zamanlarda hep babamın dönmesini beklemiş. "Taşın altında, taşın üstünde, Ahmet kaybolmadı ya, bir gün dönecek" diyormuş. Ölüm haberiyle sadece yatmış. Uyumamış, ağlamamış, konuşmamış, yemek yememiş. Altı ayın sonunda hep uzandığı tarafının ağrıdığını söylemiş kızlarına. Doktora götürmüşler; doktor hep bir tarafa yattığı için o tarafın zayıfladığını söylemiş. Bir yandan öbür yana bile dönmemiş halam. Ağır bir depresyon geçiriyormuş; sonraki yıllarda daha da kötüleşmiş. Ahmet'i sayıklar olmuş. Şu an hala evin bir köşesinde başına çektiği yorganıyla gözleri hep açık sadece uzanıyor. Dedem nenem köyde; yaşlı yaşamlarında sakin bir hayat sürüyorlar. Babamın fotoğrafı evin başköşesinde asılı ama üzeri örtülü. Dedem fotoğrafına baktığında kalbinde sıkışma hissettiği için fotoğrafın örtülü olmasını istiyor; nenemse özlüyor, küçükken Ahmet'in hep söylediği şu tekerlemeyi hatırlıyor: "Ez kunci, tu kunci, ez firiyam tu ma li ci" (Ben susamım, sen susamsın, ben uçtum sen kaldın geride." Nenem, "Aynen dediği gibi, o uçtu ben kaldım geride" diyor.

2. BÖLÜM


Mardin'den 6:30 otobüsüyle Cizre'ye gidiyoruz. Cizre'de Şeyhmus amca bize yardımcı oluyor; Cizreli bir arkadaşımın amcası. Oradan her gün Habur'u gidip gelen dolmuş taksi buluyoruz; ölüm kuyularının, isyanların, zulmün, ölümlerin vadilerini aşarak Silopi'ye gidiyoruz. Yol boyu sohbet, onun üzerindeki arama noktasında kesiliyor; önce Türkler sonra Kürtler soruşturuyor bizi. Özellikle Irak tarafında sürekli askerlerin kafalarını içeri uzatıp gülümseyerek Kürtçe, "Çawayi, başı" ("Nasılsınız, iyi misiniz?") deyip salıvermeleri şaşırtıyor. Bunu 7-8 kişi 50'şer metre arayla tekrarlıyor. Bir süre sora gülümsemeyi bırakıyoruz. Biraz bıkıyoruz; her yerde niçin gittiğimizi soruyorlar. Bir film için araştırma yaptığımızı söylüyorum. Hoşlarına gitmiyor, bekletiyorlar, bir yerlere telefon açıyorlar. Zaxo'ya saat 4'te varıyoruz; hava kararıyor.

Şeyhmus amca beni ve kameramanımı Zaxo'da Mahsum'a teslim edip ayrılıyor bizden; ucuza iki kilo çay, biraz şeker alacak dönüşte; onun da tek karı bu.

Otobüsler bittiği için Hewler'e (Erbil) özel araçla gidiyoruz; şoförümüzün adı Neriman. Kürtçe'nin Kurmanci lehçesini konuşuyoruz onunla ama o Soranice konuşan kesimden. İlk kez Neriman adında bir erkek tanıyoruz; bu gülüşmemize neden oluyor; o bu bölgede bu ismin çift cinsiyetli olduğunu söylüyor. Neriman'la yolda bol bol Kürtlerin tarihi, kaderi üzerine sohbet ediyoruz; en çok uyuştuğumuz nokta bu çünkü. Peşmerge imiş 1991 yılına dek; Saddam'ın Kürtlere yaptığı haksızlıklardan, idamlardan başka seçeneği yokmuş.

Kameramanım Kürtçe bilmiyor, Dersimli, ama yolda Neriman'dan birkaç kelime kapıyor; "Ez Zazaki zanim, hevalamin Kurmanci Zani" (Ben Zazaki biliyorum, Arkadaşım Kurmanci biliyor) diyor sadece. Neriman, ısrarla bize, "Evlerinize geri döneceksiniz; size sorarlarsa Kak Neriman'la karşılaştık çok iyi bir insandı" dememizi tembihliyor. Bunu birkaç kez tekrarlıyor. Bizi kimin karşılayacağını soruyor, amcaoğlum olduğunu söylüyorum. "Amcaoğlum" Abdurahman'la tek iletişimim Kak Neriman'ın telefonu. Henüz Irak hattı almamışız.

Hewler'de hastane yakınında bir yerlerde Abdurahman'la buluşuyoruz; onu görür görmez teyit etmek istercesine "Bunlar senin neyin?" diye soruyor Kak Neriman. Abdurahman'la sözleşmişiz gibi, "Amcamın kızı" diyor. Abdurahman, Erivan'da tanıştığım Gülistan'ın kardeşi. Selahattin üniversitesinde mimarlık okuyor. Bizi kadınların da olduğu bir öğrenci evine götüreceğini söylüyor; Hewler (Erbil), Kürdistan Bölge Hükümeti'nin başkenti; en büyük şehri. Üç dört yıl içerisinde müthiş bir gelişim kaydetmiş. Her tarafı inşaat hala. İnşaat şirketlerinin büyük çoğunluğu da Türkiye'den. Gittiğimiz evde dört kişi var; karı koca bir öğrenci çift ve iki arkadaşları. İlk sorgulama burada başlıyor. Bizi tanımıyorlar ve bu yüzden çok güvenmiyorlar. Bize Kürtlerin yakın tarihini anlatmaya koyuluyorlar; ben babamdan söz etmiyorum. Benim için çok zor bir mesele babamdan söz etmek. Ondan konuşmak için hazır değilim. Yolculuğa çıkma sebebim bu, ancak herkes aynı anlayışı göstermiyor. Ben de onlar da önyargılarla doluyuz.

Henüz bankalar yeni kurulduğundan ATM bulmakta zorlanıyoruz. Henüz Irak'ta olmadığını söylüyorlar. Birkaç bankaya gidip soruyoruz; ilk ATM kısa bir süre önce bir bankaya getirilmiş, orada hallediyoruz. Düşündüğümüz gibi erken bir saatte Mahmur'a yol alamıyoruz, gergin ve sabırsızım hemen gitmek istiyorum. Bu kez Musul'a doğru yolumuz. Mahmur kampı, adı Mahmur olan Musul'a bağlı eski bir şehrin yanına kurulmuş; çorak bir dağın eteğine. İlk oraya geldiklerinde taştan ve akreplerden başka hiçbir şey yokmuş. 17 kişi çocuk-yaşlı-genç akrep sokmasından ölmüş.

İlk gördüğüm mezarlığı; kente girmeden fark ediliyor. Yedi yıllık geçmişine rağmen fazlasıyla büyük. 12 bin nüfusu var Mahmur'un. Nüfusun büyük çoğunluğu çocuk. Sokaklarda, yürümeye adım atmış her yaştan bebek, çocuk var; yalın ayak, soğuğa rağmen çorapsızlar. Yine yaşlılar, gaziler ve kadınlar çoğunlukla. Tam bir savaş bölgesi manzarası hâkim. İlk gidişim; kiminle karşılaşacağımı, ne olacağını bilmiyorum, ama oraya varır varmaz sebebini bilmediğim bir huzur kaplıyor içimi. Uzun zamandır hiç bu kadar iyi olmamıştım.

Gülistan'ın ailesinin evine gidiyoruz. Dokuz çocuklu büyük ailenin evinde şimdi bir tek Yakup kalıyor; babaları Mihemet Xalid'i babamdan bir yıl önce KDP'liler kampa baskın yapıp yaka paça götürmüş, bir daha da haber alamamışlar. Annesi 2000 yılında kanserden ölmüş; Gülistan ve iki kardeşi gerillaya katılmış küçük yaşlarda.

En büyükleri Bahar içlerinde evli olan tek kardeş. Üç çocuğu var. Diğerleri Hewler'de üniversitede okuyor; Yakup okulu bitirmiş bir yıl önce. Hukuk okumasına rağmen geçici olarak Mahmur'da öğretmenlik yapıyor.

Bu aile çok önemli benim için; henüz görmeden aramızda bir bağ olduğunu hissediyorum; babam hep onlarda kalırmış; bir aile gibiymişler. Yakup babamın ona pantolon aldığını hatırlıyor. Mahmur'da ilk önce Bahar'ın evine gidiyoruz; en büyük ablaları. O babamı en iyi hatırlayanlardan. Bir gün babam ona para vermiş kendine kazak alması için; döndüğünde kazağı beğenmemiş, sana kırmızı yakışır demiş. Bunu unutmuyor. Bense üzerimde kırmızı bir kazakla gidiyorum Mahmur'a.

Bahar'la onun canı her sıkıldığında Mahmur'dan uzaklaşarak ağlamaya geldiği dağ eteğinde görüşüyoruz. Türkiye'den sınırı geçtikten sonra kamptan kampa göçlerini anlatıyor Bahar. Irak tarafında KDP çadırlarını dağıtıyor, her şeyi yakıyor. Bulabildikleri birkaç parça eşya ile soğuk bir kış günü yola koyuluyorlar. Binlerce insan, birkaç parça eşya, biraz ekmek, birkaç hayvanlarıyla... Kampın yanında bulunan iki köy eşyalarını almak için kavga ediyor; kavga öylesine büyüyor ki onlarca adam öldürülüyor bu basit eşyalar için.

O zaman henüz Saddam yaşıyor. Irak sınırına dayanıyorlar, Saddam onları kabul etmiyor. Günlerce muşambadan yaptıkları çadırın içinde bekliyorlar. Bebekler ölüyor, hastalıklar artıyor. Sonunda izin veriliyor ve geçiyorlar. Çatışmalarda ölümler, kız kaçırmalar bitmiyor; on yıl içinde üç ayrı yerde üç ev yapıyorlar. Bu yüzden Mahmur'da önce tek oda yapılmış tüm evler; birkaç yıl sonra ikinci bir oda yapılmış yanına; evin kalabalığına göre bazen üçüncü oda. Tuvaletler dışarıda; onun yanına dışarıda banyo yapılmış. Her şey eğreti; bahçe kapıları yağ tenekesinden. Ağaçlar dikmişler çölün ortasına. Ağaçlar bugün bayağı yükselmiş ve Mahmur kampına, eski yerleşim yeri olan Mahmur'dan çok daha şık bir görüntü vermiş. Taştan, topraktan bir kent yaratmışlar tam anlamıyla.

Mahmur'da küçük bir Kürt kenti yaratılmış bir bakıma. Orada bir kent için gerekli her türlü ihtiyaç düşünülmüş. Eğitim, günlük hayat, her türlü tabela Kürtçe; doktoru, belediyesi, okulu, güvenliği her şeyi var. Öğretmenler yine üniversitede okuyan Mahmurlulardan oluşuyor; eğitimleri bittikten sonra evlerine geri dönüyorlar.

Kaldığımız evde de diğer evler gibi Türkiye televizyonları ve Roj TV izleniyor; en ilginci ise Irak saati bir saat geride olmasına rağmen Mahmur'daki saatin Türkiye saatiyle aynı olması. Aslında hala Türkiye'ye bağlı yaşıyorlar. Köylerini, akrabalarını, yurtlarını, ağaçlarını özlüyorlar, ama bu şartlarda dönmeyeceklerini de biliyorlar; dönmek, teslimiyet demek.

Mahmur'daki ilk durağımız "Şehit Aileleri Derneği"; kocaman bir salonun her tarafında fotoğraflar asılı. Öyle ki içinde yeni fotoğraflar asmaya yer kalmamış. İçinde gerilla fotoğrafları kadar savaşta ölen sivil insanların fotoğrafları da var. Kimi zaman beş kişilik aile tek fotoğrafta isimleri yazılı, kimi zaman iki kardeş aynı fotoğrafta yer alıyor. Buradaki salon aynı zamanda toplanma yeri olarak da kullanılıyor. Salı günü Öcalan'ın notlarının kalabalığa yine bu salonda okunduğuna şahit oluyoruz.

İlk "Şehit Aileleri Derneği"ne gittiğimizde Asya Turan'la görüşüyoruz. Turan, Masum adında 16 yaşındaki torunuyla birlikte yaşıyor. Gerillada ölen oğlunun mezarının nerede olduğunu bilmiyor; "Bu savaş biterse gidip dağlarda karış karış oğlumun mezarını aramak istiyorum" diyor. Oğlu gerillaya katıldıktan sonra gelini hamile olduğunu öğrenmiş; doğurduktan birkaç yıl sonra ölüm haberini almışlar Masum'un babasının. Annesi baba evine gitmiş, sonra da bir başka adamla evlenmiş. Bir daha haber almamışlar. Masum babaannesiyle büyüyor. Hem Masum'la hem de Asya anayla yakın şeyler hissediyorum. Gözlerine bakmayı, yanlarında oturmayı, ellerini tutmayı seviyorum. Bir duyguyu anlamak, bir başkasının seni anlamasını beklemek imkânsızlığı istemekle eş kimi zamanlar; o zor çizgide birbirimizi anlıyoruz.

Mahmur sokaklarında dolaşıyoruz kameramanımla. Hava güneşli. Biz gelmeden önce günlerce yağmur yağmıştı; en güzel zamanında gelmişiz. Tek sıkıntımız günlerin kısa olması, bu güneşte çekim yapma imkânımız kısıtlı demek. Yolda yürürken insanlar durduruyor bizi. Geldiğimi duymuş olmalılar. Babamı anlatmaya başlıyorlar. Herkes önce yüzüme bakıp "Evet gözleri benziyor" diyor. Bunu bir hediye gibi sunuyorlar bana. Sonra biraz ufak olduğumu ekliyorlar; babamın bir diğer adı da "Uzun Kemal" çünkü. Bense nenemin yaptığı açıklamayla "küçükken çok üzülmüşüm, ondan küçük kalmışım" diyorum esprili bir tavırla. Küçüklüğüm boyunca fotoğraflarına bakıp benzeyip benzemediğimi araştırıyorum. Aslında hiç benzemiyorum. Ancak nenem yine de mutlu olacağımı bildiğinden "Ellerin benziyor" diyor. Ellerimi seviyorum. Oradakiler biraz benzetiyorlar nedense.

Babam Mahmur'dan önce kurulan "Geliya Kiyamete" ("Kıyamet Vadisi") kampında kalmış uzun süre; diğer kampın adı Ninova. O yüzden ilk görüştüğümüz kişilere önce hangi kampta kaldıklarını soruyoruz, sonra kaldıkları yılları. Eğer 1991-95 yıllarında Geliya Kıyamete de kalmışsa bu mutlaka babamı tanıdıkları anlamına geliyor. Babamı "uzun boylu, sarışın, mavi gözlü güzel bir adamdı" diyerek anlatmaya başlıyor, sonra ne kadar güzel huylu, hoş sohbet olduğundan; birinin onu tanımışsa hiç unutmayacağından söz ediyorlar. Kimi "kardeş gibiydik" diyor, kimi "abimiz gibiydi", kimi "babamız gibiydi". En önemlisi herkes ağız birliği etmişçesine çocukları ne kadar sevdiğini anlatıyor. Bu, onlara göre onun çocuk hasreti sebebiyleymiş.

Onunla uzun süre kalan kamp halkından biri Salih. Salih'e hem komutan hem de öğretmen olmuş. Onlara Kürtçe okuma yazmayı, Kürtlerin tarihini anlatırmış; bugün 16 yıl önce yazdığı notlarını saklıyor Salih. O notlarını okuyor bize; okuyunca duygulanıyor.

Akşam çekimler bittiğinde Gülistan'ın evine gittik her gece yaptığımız gibi. Artık burası bizim de evimiz; o denli rahatız. Yakup, ev sahibi olmasına rağmen pek görüşmüyoruz. Genelde pek konuşmuyor bizimle, biraz aksi davranıyor ilk gelişimizden beri. Birden nasıl olduysa bana, "Biliyor musun, küçükken baban bana pantolon almıştı" diyor. Babam bana hiç pantolon almadı; galiba kıskanıyorum, içimden ağlamak geliyor ama buna karşılık ben de takılarak, "Babam sana pantolon aldı ama sen şimdi bize bir çay bile yapmıyorsun" diyorum. Yakup, "Peki sen babanın izinde misin?" diye soruyor ve ardından yanıtlıyor: "İzinde olduğunu bilsem, ikna olsam... Ama beni ikna etmedin."

"Kimse babası olamaz" demeyi düşündüm, diyemedim; çünkü ağlıyordum ve ağlamaya başlayınca konuşmak insanı iyice aciz gösteriyor. Bu yolculuk sırasındaki ilk ağlama krizimdi bu. Sırtımı dönüp, bahçenin avlusunu geçip dışarıda bir taşın üstünde oturdum, neyse ki hava kararmış, kimse beni görmüyordu. Yakup'a kızmadım ama neden bu kadar sert anlamıyorum. Aslında hepsi yaşlarına göre çok olgunlar. Hiç kimse çocuk değil Mahmur'da. Doğru bir soru sordu; belki beni yaralayan, hayatım boyunca hep düşündüren soru: "Babamın izinde miyim?" Hep ona layık bir hayat sürmeye çalıştım ve hiçbir zaman ona yaklaşmadığımı da bildim; ince bir sınır vardı babamla aramda; onu geçemiyordum. Belki de o sınırın eşiğindeydim şimdi.

Biraz toparlanınca kimse merak etmesin diye hemen eve döndüm. Hala herkes dışarıdaydı. İçeri girdim, bir süre sonra Yakup yanıma gelip özür diledi. Beni üzmek istemediğini söyledi. Pek inanmış gözükmüyordu yine de; belli ki birileri tembihlemiş, belki de kızmıştı. Aslında bu diğerlerinin de önyargılarını temsil ediyordu. Fazla mı kentli olmuştum; belki İstanbullu; üstelik Kürtçemi de beğenmiyorlardı. Belki doğruydu; giderek uzaklaşıyordum.

Mahmur'da tanıştığım, konuştuğum herkesin ayrı bir acısı vardı; kimi çocuğunu, kimi anne-babasını, kimi vücudundan bir parçayı yitirmişti. Hayatlarını tanıdıkça kendi acımdan utandım. Bu savaşta binlerce aile parçalandı. Benim hikâyem bunlardan sadece biri. Bana bugüne dair önemli bir şey öğretti Mahmur; hiç görmediğim ölü bir baba, parçalanmış bir aile, gizlenmiş bir geçmiş ve kimlikten daha fazlasının bugünde saklı olduğunu... Gülistan'ın neden oraya gitmem için ısrar ettiğini, babamın beni neden oraya çağırdığını anladım.

Mezarının olduğu yer Aslan Tepe'de... Oraya gitmek istiyoruz; ayarlamaya çalışıyorlar; sonra oranın KDP yönetiminde olduğunu ve sorun çıkacağını söylüyorlar; şimdilik gidemiyoruz ama başka zamana sözleşiyoruz; mutlaka gideceğiz, bahara...

Birkaç gün içerisinde biz önyargılarımızdan, onlar önyargılarından kurtuluyor. Pencereden rüzgâr geçiren odaya, yolda hiç dişi kalmamış güleryüzlü yaşlı amcalara, etrafımızı sarıp bize ders veren çocuklara, elimizi dostça tutan kadınlara, sevgi dolu bakışlara aşina oluyoruz. İstanbul'u hiç özlemiyorum; dönmek beni korkutuyor; yolda not alıyorum, "Dönmek bana kaybolmuşluk, yitirmişlik duygusu veriyor..."

Döneceğimiz gün ben ve kameramanım pek isteksiziz; nasıl oluyorsa büyülüyor bizi bu şehir; aslında burada çok mutlu olduğumuzu fark ediyoruz. Mahmur'un böyle bir özelliği var, dünyanın hiçbir yerine ait değil ve hiçbir sistem sizi çevrelemiyor; özgür ve huzurlusunuz.

Mahmur'da babamla buluştuğuma eminim; tıpkı rüyamda gördüğüm adamın o olduğuna emin olduğum gibi. Onun orada bir yerlerde yaşadığını düşünüyorum hala. Uzun bir yol gittim; hayatımda hep aradığım o kişinin yüreğine, ışığına gittim. Bir senaryo olacaktı; hiçbir film gerçek değildir, tek gerçek hayattır. Bir film sadece gerçeğe bakabilme cesareti verir. Hayat, bu yüzden tüm filmlerden güzeldir.

(Yazı ilk olarak Newsweek dergisinin internet sayfasında yayınlandı. Dergi kapatıldığı için internet sayfası görüntülenemiyor...)