28 Kasım 2010 Pazar

"Acıları Hissederken Ortaklaşmak"

27 Kasım 2010 Cumartesi Saat 17:05

Kısa filmi ‘Son Oyun’ ile birçok ödül alan Müjde Arslan, bu kez doğduğu topraklara çevirdi kamerasının yönünü..

Arslan’ın Mardin’de çektiği ‘Ölüm Elbisesi: Kumalık’ adlı belgesel, zulm gören, itilip kalkılan, hor görülen kadınlığın dokunulmaz erkeklik karşısındaki yenilgisini, kumalık adlı can sıkıcı ve can yakıcı geleneğin kadınları nasıl ‘öldürdüğünü’, halası Emine ve diğer kuma giden kadınların yaşam öyküleri üzerinden anlatıldı.
Mardin Eğitim Sen İşçi Atölyesi çalışanlarının yaptıkları açıklamaya göre ;

''

Eğitim-Sen Mardin Şubemizin ''İşçi Filmleri Günleri Atölyesi''nin mutfağında,''ÖLÜM ELBİSESİ: KUMALIK" belgeselinin 23.11.2010 akşamı seyri üretiminde: KADINA yönelik şiddettin bir kaç oturumda ifade edilemeyeceğini, klasörlerce film, belgesel veya röportajın yeterli olamayacağının bilinceydik hepimiz. Elbette ''kuma'' olgusunun bir tarihçesi, sosyolojik seyri ve gerçeğini toplumumuzdaki ön yargılardan arındırarak; kimine göre ''Doğunun sorunu'' kimine göre de '' Kürt Geleneği'' deyip bu işin içinden kolayca sıyrılmanın kolay olmadığının mücadelesini vermek, Eğitim-Sen Mardin Şubesi ''İşçi Filmleri Günleri Atölyesi'' emekçilerine, örgütlü kadın hareketlerine ve tüm duyarlı halklarımıza kalmıştır.


Kadına yönelik şiddetin en acısı ve en ölümcülü olan çok eşliliğin (Kumalığın) tarihçesinde dünyanın bütün kavim ve ulusların kadınları bu şiddete maruz kalmıştır. Çinliler, Hintliler, Yunanlılar(Spartalılar, Atinalılar)Babiller, Asurlular, Persler, Medler, Araplar, Fravunlar, Asyalılar, Avrupalılar ve Afrikalı kadınlar hep bu şiddetten etkilenmiş hala bu işkencelerden kurtulamayan kadınlar vardır. Birçok Afrika ülkesini, ülkemizin bu sorunuyla karşılaştırmak doğru sayılamayacağı gibi ülkemizin, gelişmiş Avrupa ülkeleriyle de karşılaştırmak bir o kadar gerçekçi olmayacaktır.


Türkçede ''KUMA'', Kürtçede '' KİRASÊ MİRİNÊ: HEWÎTΔ, Arapçada ''DIRRA'', Süryanicede ''YABİMTHO'' gibi sözcüklerle anlamlar yüklenmiş, hiç kimseye layık görmediği isimler vermiş halklarımız...


Süryani halk ozanı Miğail Kırılmaz'ın,kuma (Dırra) ile ilgili Süryani-Arap kültürlerinin bir bileşkesi olan tepkilerini:
VIDDIRRA DIRRA DIRRA!.. ''Vıddırra dırra dırra !..hiyyé eşked mırra / Killitkin kulu méi hede amrallah ?
Martıl icdidé eğedle sévir / Martıl atéké tımşi vıdzévır;
Martıl icdidé sevet ırok / Martıl atéké hélefit modzok.
Martıl icdidé sevet gbébet / Martıl atéké kémitlu fişşébet !.. ''

Miğail Kırılmaz'ın Arapça şarkısını derleyen Zekiye Dayar’ın kaleminden bu şarkı için: eve gelen KUMA için, hanımın tavırlarını BÖYLESİ MİZAHLA kim tasvir edebilirdi ki? Elbette bu trajediyi defalarca düğünlerde dinler, müziğiyle eğlenirdik. Geriye dönerek baktığımızda Halk Ozan’ımızın bizleri nasıl da SEANSA ALIP, TEDAVİ ETMEYE ÇALIŞTIĞINI anlardık…


Süryani Halk Ozanı'mızın mısralarındaki KUMA ŞARKISININ anlamına gelince : ''Kuma !.. kuma !..kendi ne kadar acı / Hepiniz benimle söyleyin Allah'ın emri mi ?
Yeni karısına bilezik aldı /Eski karısının kaşları çatıldı.
Yeni karısı ırok yaptı / Eski karısı '' Tatmam'' diye yemin etti.
Yeni karısı haşlanmış köfte yaptı / Eski karısı yanan odunla saldırdı ''


Sayfalarca NEDEN yazmaya kalkarsak eğer, bu olgunun acısını Miğail Kırılmaz Ozanımız gibi hissettirecek, ezberimizi bozup eğlendirirken düşündürecek BİR SİSTEM bilir misiniz?

İpekyolu Haber Servisi- www.ipekyolugazete.com

20 Kasım 2010 Cumartesi

Kerem Akça'nın Yeşim Ustaoğlu kitabı üzerine yazısı bugün Habertürk'te...

Aranan Yeşim Ustaoğlu kitabı
20 Kasım 2010 Cumartesi, 10:11:57

20 yılı aşkın kariyeriyle başarısını kanıtlasa da bir türlü bir sinema kitabına konu olamamıştı Yeşim Ustaoğlu. Neyse ki bu durum Mizgin Müjde Aslan’ın gözüne batmış ve bize ‘Yeşim Ustaoğlu: Su, Ölüm ve Yolculuk’un sunulmasını sağlamış. Böylelikle yönetmenin auteur olup olmadığı gerçeğini sorgulayan kapsamlı bir çalışmayla yüzleşiyoruz. Ülkemizde sinema kitabı üretiminin azlığına karşı duruşuyla Agora Kitaplığı, elbette bu tez niteliğindeki çalışmanın basılması için en doğru yer. Dileriz daha önce ustalara da yer veren Agora, sinema dizisine emin adımlarla devam eder. ‘Yeşim Ustaoğlu: Su, Ölüm ve Yolculuk’ gibi aranan kitaplara destek olur ve kültür-sanat alanına desteğini sürdürür.

Meslektaşım Mizgin Müjde Arslan’ın ilk bireysel kitabı ‘Yeşim Ustaoğlu: Su, Ölüm ve Yolculuk’, Türk sinemasının son 20 yılına damga vurmuş bir figürün, Yeşim Ustaoğlu’nun kariyerini mercek altına alıyor.

Sinema ve kültür-sanata duyarlı bir kitapevi: Agora

Daha önce Stanley Kubrick, Charlie Chaplin, Ertem Eğilmez, Krzysztof Kieslowski, Federico Fellini, Dziga Vertov, Jim Jarmusch, Theo Angelopoulos, Yılmaz Güney, Lars Von Trier, Ken Loach gibi ustaların sinema kitaplarını çıkaran Agora Kitaplığı böylece ‘sinema dizisi’ne yeni bir halka ekleme olanağı yakalıyor.

Ülkemizde sanat ve sinema alanında basılan kitap sayısının azlığından ötürü bu kitapevinin duruşunu takdir etmek ve münferit akımlar ile konularla birlikte 30’u bulan arşivini desteklemek boynumuzun borcu.

Akademik çalışma niteliğinde bir kitap

Kitabın ise sadece Yeşim Ustaoğlu’nun hayat hikayesi ve filmografisine odaklanmaktan daha farklı bir işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Öyle ki bir sinema yazarı güdüsüyle olaya yaklaşan Aslan, tez çalışması ya da akademik çalışma tanımlarıyla anabileceğimiz bir işe imza atmış. Bunun sonucunda yönetmenin dört uzun metraj, dört kısa metraj, bir de belgesel içeren filmografisinden ‘Yeşim Ustaoğlu auter mü?’ sorunsalına uzanmış.

Aslında bu soruya, ilk cevap olarak ‘dört uzun metraj filmle ulaşmak zor’ yorumu yapılabilir. Ancak böyle bir kanun da yok. Kariyerinin ilk bölümünde nasıl bir filmografi izleyeceğini belirleyen birçok yönetmen var öyle ki. Ancak ‘auteur’ dediğimiz yani bir yönetmenin her filmine aynı temalar, görsel estetik ve daha nice şeyle yaklaşması meselesi, kanımca Yeşim Ustaoğlu için beklenmesi gereken bir süreç. Fakat Aslan’ın bütün öne sürdüğü şeylere, özellikle minimalist duruş ile kimlik ve aidiyet gibi temalar açısından katıldığımı söylemeliyim.

En önemli kadın yönetmenimiz

Zaten kitabın beş bölüme ayrılıp (giriş, auteur kuramına bakış, Ustaoğlu biyografisi, filmler üzerinden auteur kuramına bakış ve sonuç) böylesi detaylı bir inceleme sunması karşısında boynumuz kıldan ince. Bunlara filmografi ve röportajın da eklendiğini unutmayalım tabii. Böylece saygı durmaktan başka çaremiz kalmıyor.

Hemen ekleyelim Ustaoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Derviş Zaim gibi isimlerle birlikte sinemaya 90’ların yeni kuşak Türk sinemasına dahil olsa da bunların arasında en az ele alınanıdır. Halbuki aynı dönemde çıktığı Tomris Giritlioğlu ve Handan İpekçi’nin üzerinde yer alan, en önemli kadın yönetmenimizdir kendisi. Bu sebeple de böylesi bir kitabın raflara girmesi şarttı. Üzerine ustalıklı bir inceleme eklenmesi de tuzu biberi olmuş.

18 Kasım 2010 Perşembe

BASK İZLENİMLERİM 2. BÖLÜM

Kürt ve Bask kardeşliği: Dağlara aşık iki halk / İzlenim

MİZGÎN ARSLAN
13:48 / 12 Ekim 2010

BİLBAO - Pasaia’ya geldim sonunda… Sırtını dağlara, yüzünü denize vermiş şirin bir Bask köyü Pasaia… Denize açılan bir kanal köyü ikiye bölüyor: Pasaia Donibane ve Pasaia San Pedro… Pasaia Donibane’de Bask Yazarlar Birliği’nin evi, Hugoenea’da kalıyorum… Burası yazarlar için bir yazı kampı; Katalan, Bask, Kürt yazarlar için… Türkiye’den başvurulara açık ancak sadece Kürtler gelebilir… Asimilasyon ve baskı altında olan dil gruplarından yazarlara kapıları açık… Burası Urtzi’nin önerisi… İstanbul’da senaryoyu yazmaya çalıştığım ama sadece sıkıntısını yaşadığım günlerde yazıştığımızda senaryonun iyi gitmediğini, İstanbul’da yazamadığımı yazmıştım. O da bana, “Neden senaryonu Bask ülkesinde yazmıyorsun?” başlıklı bir mail attı, altına şu an kaldığım bu evin fotoğrafının olduğu bir link göndermişti…

Pasaia Bask ülkesinin en politik, en radikal köyü: Köyün tüm duvarlarında “Bask ülkesine özgürlük”, “Bağımsızlık”, Batasuna’yı ve ETA’yı destekleyen yazılar yazılı...

Burası kano yapma yeri aynı zamanda; Fransa’dan her taraftan insanlar bunun için buraya geliyorlar. Kano yapanların ritmik hareketleri müthiş bir görsellik sağlıyor…

İlk geldiğim gün bir şeyler almak için bakkala gitmeye karar verdim… Aşağı indim, önce kanalın denizle buluştuğu yere doğru yürüdüm, bir süre sonra orası bitti ve herhangi bir bakkal/market görmedim. Tekrar kaldığım evin önündeki meydana geldim ve bu esnada çok tatlı bir Basklı kadınla karşılaştım. Tek kelime İngilizce bilmiyordu, ona diş macununu anlatmam gerekiyordu. Sessiz sinema oyunu gibiydi durumumuz… Önce dişlerimi gösterip fırçalar gibi yaptım, sonra saçımı yıkar gibi, sonra cebimdeki paraları gösterip, alış-verişi tarif etmeye çalıştım, ne yapsam gülüyor başka bir şey söylüyor ama beni anlamıyordu. Belki de anlıyordu, ben onu anlamıyordum. Onun yaşlarında (ikisi de 60’lı yaşlarındaydı) bir adam geçiyordu yanımızdan, adamı durdurup bir şeyler konuştular hakkımda, sonra ikisi beraber bir şeyler anlatmaya çalıştılar. Adam bankayı sorduğumu sandı. Sonra saçlarımı yıkar gibi yaptım ellerimle. Kadın bunun üzerine “Şampuuu” diye bağırdı, çok da sevindi. Sonra cebimdeki bozuk paraları gösterdim ve iki elimle nerede, nasıl manasında bir işaret yaptım. İlerisini gösterdi bana ama beni bir şey için uyardı, eliyle 5’i gösterdi. Ne olduğunu anlamam için ilerisine gitmem marketi bulmam gerekiyordu. Marketi buldum ama kapalıydı. Yan taraftaki cafe/bara neden kapalı diye sordum İngilizce. Kimse bir şey anlamadı, bana onlar da elleriyle ‘5’i gösterdiler. Demek saat 5’te kapanıyormuş dedim kendime. Saat ne çabuk 5 oldu diye düşündüm. Eve döndüm, saat henüz 3’tü… Sanırım üç saat sonra saat 6’da jeton düştü. Siesta saatlerinde uyuduklarını hatırladım, çalışmadıklarını… 5 diye ısrarla gösterdikleri açılış saatiydi marketin. Hazırlandım ve çıktım.

Markette yumurtayı anlatmam için yumurtayı kırıp tavaya döküşü tarif etmem, oynamam gerekti, marketi işleten kadın hemen anladı. Tavuk alıyor olsaydım tavuğu canlandırmam gerekecekti…

İstanbul’dan haberler yine kötü… Bir sanat galerisinin açılışına saldırmış bir grup, dışarıda içki içilmesine karşı olarak… Davetlileri pataklamışlar, birkaçı hastaneye kaldırılmış. Bir cemaat işi bu… Türkiye’de çok kötü şeylere gebe olacak bir dönemeç noktası… Sokak ortası linç bu… Ne olacak şimdi? Herkes birbirine mi saldıracak?

Pasaia’da bir haftam oldu geleli… Birkaç yeni kelime öğrendim, günlerdir neredeyse hiç konuşmadım. Ara sıra sesimi duymak için ıslık çalıyorum. Pasaia’da neredeyse her evin balkonunda pembe flamalar var. "Superturik Ez!", "Gudari, Egona 2010", "Euskal Preso Eta Ihesleriak, Etxera" yazıyor, ne yazdığını Urtzi’ye maille yazdım, şimdilik dek tanıştığım ve İngilizce bilen tek Basklı Urtzi ne de olsa…

Güzel bir yürüyüş yolu falezlere doğru; deniz ve dağ arasında ince bir yol… Yolun sonunda kanalın denize yerinde bir kafe var. Garson kızla artık tanışıyoruz. İsmi Olatz. Pasaia’ya da tanıştığım ikinci kişi ve ikisinin adı da Olatz. Her gün yaptığım gibi oraya yürüyüp bir süre oturdum. Yüksek ve dehşete düşüren gemi sesiyle irkildim. Kano yapan iki kişi devasa bir yük gemisinden kaçmaya çalışıyordu, yük gemisinin iki tarafında iki küçük gemi (küçük gemiler bile İstanbul’daki vapurlar kadardı) tarafından çekiliyordu. Yük gemisinin içi kütük doluydu. Kano yapan gençler (biri erkek bir kadın bir çift olmalıydılar) hızla kenara çekildiler. Denizde damla gibiydiler kanocular, dev geminin yanında… Pasaia’nın tartışmalı bir mevzusu var tam da bu konuyla bağlantılı… Balkonlarda gördüğüm pembe flamada yazan “Superporturik ez!” bunu anlatıyor. Bu ‘süper limana hayır’ demek…

Bu slogan, Pasaia’yı deniz ve dağlarından ayırmaya çalışan bir projeye karşı geliştirilmiş tepkileri içeriyor… Pasaia’ya dev bir liman yapılması planlanıyor. Bu Pasaia’nın doğasının ve tarihi yapısının özetle Pasaia’nın yok olması demek. Urtzi’den gelen yanıta göre, Bask ülkesinde iki büyük liman var, birisi Bilbao’da, diğeri Bask’ın Fransa tarafında kalan Baiona şehrinde… Bask ülkesinin üçüncü bir limana, hele dev bir limana ihtiyacı yok ancak ülke değil bölgesel olarak bu kararlar alınıyor. Şimdi Pasaialılar tüm balkon ve pencerelerine “Superporturik ez!” (Süper Liman’a hayır) flamaları asarak yer yer eylemler gerçekleştirerek, buna karşı tepkilerini dile getiriyor.

“Gudari Eguna 2010” şunu söylüyor: Gudari, ‘guda’ savaş demek, Gudari Bask savaşçılarını işaretliyor. Gudari ilk olarak 1936-1937 yılındaki iç savaşta kullanılmış Bask savaşçı ve militanları için. “Gudari Eguna” ise “Bask Savaşçılarının Günü” demek. 27 Eylül, yani geçen pazartesi günü, iki gün önce Franco tarafından öldürülen iki ETA üyesi Txiki ve Otaegi’nin yıldönümüydü. Franco’nun öldürttüğü son kişilerdi. Franco 20 Kasım 1975’te öldü.

27 Eylül’de anmaları yapılan bu iki kişiden Otaegi Basklıydı ancak Txiki (gerçek adı Jon Paredes Manot) Güney İspanya’da doğmuştu ve Bask ülkesine çocukken göçmen olarak gelmişti. Franco ‘kaynaşma’ için birçok İspanyol aileyi Bask ülkesine zorunlu olarak göç ettirdi, Bask ülkesini İspanyol yapmak için… Ancak bu ailelerin bir kısmı gerçekten kaynaştılar Bask ülkesiyle ve Bask mücadelesine katkı sundular. ETA’ya katıldılar. Txiki onlardan biriydi.

Josu’nun da Urtzi’nin de anneleri de göçen bu ailelerden. Urtzi’nin annesi İspanyol kökenli olmasına rağmen Bask dili öğretmenliği yapacak kadar Basklı bugün…

Bir diğer afiş: Euskal Preso eta Iheslariak Etxera”… “Bask Tutuklu ve Sürgünleri Evlerine” anlamına geliyor. Bu flama en sık görülenlerden bir tanesi. Ayrıca bir kalbi andıran bir haritada okla iki bölüme ayrılmış Bask ülkesinin bayrağı da çok sık görülüyor. Altında da, “Bask militanları eve dönsün,” yazıyor.

Pasaia’da bugün yarım saatlerde çaldığı gibi tek ya da saat başı, saat sayısı kadar değil, birçok kez çaldı çanlar. Pasaia’da biri öldü. Pasaia’lılar çoğunlukla yaşlılardan oluşan sakinleri, kilisenin etrafında toplandılar.

2 Ekim… Bugün Bask’ta eylem günüydü… Indepedentzia (Bağımsızlık)… Bugün on binler hep bir ağızdan bunu bağırdılar; İn-de-pe-dent-zia… Urtzi’nin çalıştığı küçük televizyonun kameramanı hasta olduğu için gösterinin çekimlerini ikimiz yaptık. Alana vardığımızda, henüz çok büyük bir kalabalık yoktu. Urtzi emin bir şekilde, “Gelecekler” dedi, 15 dakika vardı yürüyüşün başlamasına. Liderler yerini almıştı, tüm Bask partileri katılacaktı. Bask dilinde “Sosyal, Politik ve Sivil Haklar’a Evet” ve “Gösterileri Yasaklamaya Son” yazılı iki büyük pankartında arkasında yürüdüler. İspanya devleti geçen ay içerisinde iki gösteriyi yasaklanmıştı. Bir tanesi ETA’ya yakın olan Batasuna’nın gerçekleştirmek istediği “Adierazi EH” başlıklı gösteriydi. Ayın grubun “İfadeye Özgürlük” başlıklı gösterisi de bir öncekine benzerliği dolayısıyla yasaklanmıştı. Grup yürüyüşe başlamadan “Indepentenzia” (Bağımsızlık) sesleri yükselmeye başladı. Olabilecek en etkili şey binlerce insanın bir ağızdan ‘Bağımsızlık’ diye bağırmasıdır. 50 binin üzerinde insan toplanmıştı, bu Bilbao’nun nüfusu için çok büyük bir rakamdı.İki üç kilometre yol yüründü kalabalıkla, intizam içerisinde.

Bask ülkesini Fransa ve İspanya arasında bir nehir bölüyor; Bidasoa… Bidaso’nın bir tarafı Gipuzkoa İspanya yönetiminde, diğer tarafı Lapurdi Fransız yönetiminde. O nehri geçtik… Resmi sınırlar bir anlam ifade etmiyor Basklılar için…

Sınır, Kürtlerin çok iyi bildiği, hissettiği bir olgu… Sırf o sınırlar yüzünden kaç kişinin öldüğünün haddi hesabı bile yok… “Sarhoş Atlar Zamanı” filminde, kaçakçı İranlı Kürtlerin Irak tarafındaki kendi ülkelerinin içindeki sınırları geçerken ölümle burun buruna yaşamları geliyor aklıma…

Basklar için Ancak Avrupa Birliği süreci Fransa’daki ve İspanya’daki Baskların daha rahat ulaşım sağlamasını yol açmış, Kürtlerin böyle bir imkânı yok, Mardin’den kalkıp Zaho’da öğle yemeği için gitmek şimdilik bir hayal… Geçen sene Mahmur’a gittiğimizde saatlerce sınırda bekletilmiş, sabah 6’da Mardin’den yola koyulmuş, akşam 5’te Zaho’ya varmıştık.

Bask’ın bir diğer önemli temsili Picasso’nun meşhur Guernica tablosuna konu alan, Baskça Gernika şehri… Gernika, Franco’nun iç savaş yıllarında gerçekleştirdiği ve Picasso’nun tablosuna dönüşen katliamıyla biliniyor… Gernika eski küçük bir yerleşim yeri Bask ülkesinde. Bu katliam belleklerde taze duruyor tıpkı Kürtlerin Dersim’i ve Anfal’i gibi…

Bask birçok şey için vazgeçilmez ama en çok Mikel Laboa’nın devrimci marşlarını dinlemek, elmadan yapılmış Sagardoa’sını içmek, yüksek dağlarını, dalgalı denizini seyretmek, bir eyleme gidip ‘independentzia’ diye bağırmak ve sıcak insanlarının dost gözlerine bakıp ‘Kaixo’ (Merhaba) ayrılırken ‘Agur’ (Hoşça kal) demek için bir başka güzel…

Basklar ve Kürtler kardeşler; yasaklanan dilleri, isimleri, sınırlarla bölünen coğrafyaları, dağlara aşkları, talepleri, gördükleri baskıları ve her şeye inat söyledikleri özgürlük şarkılarıyla…

Kürt belgeselciliği üzerine söyleşi

Kürt belgeselciliği üzerine söyleşi aşağıdaki linkte...
http://diyalogsempozyumu.blogspot.com/2010/10/mizgin-mujde-arslanla-kurt-belgesel.html

3 Kasım 2010 Çarşamba

BASK İZLENİMLERİM 1. BÖLÜM

Ve Bask'ta Haize ile buluşmak… / İzlenim

MİZGÎN ARSLAN -ANF
08:11 / 11 Ekim 2010

BİLBAO - İstanbul’dan Bask ülkesine ilk yolculuğum… ‘Kürdistan’ ve ‘Kürt’ ismine bir samimiyetlerinin olduğu ilk tepkilerinden belli… Sevgiyle gülümsüyor, çok soru soruyor, çok merak ediyorlar.

Bask ülkesinin en büyük kenti Bilbao’ya İstanbul’dan Barcelona üzeri aktarma yaparak geldim, aynı gün ikinci uçak yolculuğum, ikinci kalkış, ikinci iniş… Kalkış sırasında ölümü düşünüyorum sonra aklıma ölümden korkmayan Kürt çocukları geliyor, savaşan gençler, ömürlerinin son günlerini yaşarlarken bile eyleme gitmekten korkmayan yaşlılar…

Beni havaalanında Urtzi karşıladı. Urtzi Urrutikoetxea, Basklı gazeteci, şair, çevirmen…

Buraya gelişim Urtzi ile tanışmamızla başladı. Beni Basklılarla tanıştıran o, onunla tanışmamıza sebepse bir belgesel; “Denizin Kızı”… ETA üyesi olan babası GAL tarafından öldürülen bir kızın babasını arayışının hikâyesini anlatıyor Josu Martinez’in bu belgeseli… Mahmur’dan yeni dönmüştüm henüz çok etkisindeydim olanların…

Babamın mezarını arıyordum ancak çok başka şeyler olmuştu, bambaşka gerçeklerle, belki onunla karşılaşmıştım. Huzurluydum ama çokça da kızgındım, duygusaldım… O sıralarda tesadüfen Urtzi’yle tanıştım, o da bir süre önce Mahmur’a gitmişti. Gidiş sebebimi söyleyince benzer bir hikayeyi anlatan bir arkadaşının belgeselinden söz etti. Ertesi gün belgeseli seyrettik. Bir genç kadın, o henüz iki yaşındayken ölen ETA üyesi babasının kim olduğunu soruyordu. Çok duygusal bir benzerlikteydi sorularımız; benim yaptığım yolculuğun neredeyse aynısıydı; hiçbir zaman yeri dolduramayacak bir boşlukta aynı hisler, aynı korkunç yanıtsız sorular… “Denizin kızı” Haize ile henüz tanışmadan aramızda bir bağ oluştu. O gece hem hüzünlendik Urtzi ile hem de kardeş olduk, Baskların ve Kürtlerin kardeşliğini konuştuk.

Bilbao’daki ilk gece Juan’ın evinde kaldım… Juan kırmızı ışıkta geçen bir Avrupalı, mutfağında kaçak çay ve tomurcuğu eksik etmeyen demli çay içen, annesi Portekizli babası Basklı olan Baskça bilmeyen, Kürt dostu bir Basklı…7 dil biliyor, az bildiği Kürtçe ve Baskça hariç… İki evlilik yapmış bir oğlu bir kız torunu var… Çoğunlukla Türkiye ve Kürdistan’da yaşıyor. Evi bu yüzden mi çok dağınık?

Juan her şeyden önce 30 yıllık bir Kürt dostu, ömrünün yarısından fazlasını Kürtlerin coğrafyasını dolaşarak, onları okuyarak anlatarak, orada yaşayarak geçirmiş. Tüm Kürt büyükleriyle arkadaşlık etmiş. “En baştaki hariç, herkes bu eve, buraya geldi,” diyor tane tane konuştuğu Türkçe’siyle… Kürtlerin yaşadığı her yere gitmiş, oralara turlar düzenliyor. Irak Kürdistan’ına turlar yapıp yapmadığını soruyorum, orayı ilginç bulmadığını söylüyor. Türkçe’yi anlaşılır konuşuyor, Kürtçe’nin de hitaplarını biliyor, beni karşılarken “Tu bi xêr hatî” (Kürtçe hoş geldin) diyecek kadar…

Bask ülkesindeki ilk günüm. Şimdilik Baskça sadece “Gabon / iyi geceler” demeyi biliyorum, gece geldiğim için. Gelmeden tek bildiğim “Eskerrik Asko” (Teşekkür Ederim) demekti. Juan, Bilbao’yı anlatıyor bana, bir kroasanla geçiştirilen kahvaltıda Türk ve Kürtlerde olduğu gibi güzel kahvaltısının olmadığına hayıflandıktan sonra… Bilbao’da Baskça konuşma oranı neredeyse yüzde 7 oranında. Bu rakam Juan’a göre, San Sebastian’da yüzde 30’a, Fransa sınırındaki benim kalacağım köy olan Pasaia’da yüzde 80-90’a ulaşıyor.

Sınıra yaklaştıkça artan Bask konuşma oranı, bana Kürt coğrafyasında Irak sınırına yaklaştıkça artan Kürtçe konuşma oranını hatırlattı. Mardin, Cizre, Hakkâri, Şırnak’ta Kürtçe konuşma oranı yüzde 80-90 hatta yüzde 100’lere yaklaşırken sınırdan daha uzak Kürt coğrafyasında Malatya’da, Elazığ’da bu rakam iyice düşüyor…

Kayıp dışarıdan başlıyor ve içlere doğru yayılıyor. Basklılar da asimilasyondan büyük yara almış, alıyor… Yerlerin ismi, insan isimleri, tıpkı Kürtler gibi değiştirilmiş. San Sebastian, İspanyolların sonradan kullandığı Baskça adı Donostia’yı yasaklayarak kullandıkları yeni ismi… Urtzi bu durumu daha iyi anlamam için izah ederken bana “Amed-Diyarbakır” örneğini vermişti…

Urtzi’nin çalıştığı ve sadece Bask dilinde yayın yapan Jameika 11 kanalı röportaj yapmak istiyor… Projeyi, neden Bask’ta yazmak istediğimi Türkiye’yi, Kürtleri soracaklar bana… Hepsine bir yanıtım var ancak İngilizce anlatmak işin zor tarafı… Öfke ne demekti İngilizce… Öfke’den kaçıyorum, kimseye kızmak istemiyorum. Belli bir mesafeden, uzaktan kendime, halkıma ve yaşadığım ülkeye bakmak istiyorum… Orada yaşamak beni her geçen gün kızgın ve asabi yapıyor, uzaktan her şey net gözükür, daha anlaşılır olur…

Sakin, soğukkanlı, dünyanın her tarafından anlaşılabilecek sıcaklıkta bir baba kız filmi çekmek istiyorum. Savaşın içinde doğdum ben, savaşın içinde yaşıyorum ve savaşa dair bir film yapmaya çalışıyorum. Gelişmeler sadece motivasyonumu yok ediyor, insanlar ölürken yazmanın ne anlamı var ki… Gözümün önünden hiç gitmeyen genç ölülerin fotoğraflarını getirdim…

Röportajdan sonra Urtzi ile eski şehrin olduğu altı yollu meydanı gezdik. Eski şehrin kalbinde beş katlı Bask Dili ve Edebiyat Koordinasyon Merkezi’ni gezdik. Binayı Korrika’yı da düzenleyen ekipten Igor Elordui gezdirdi. Korrika’dan konuştuk, daha önce Urtzi anlatmıştı, her iki yılda bir düzenlene büyük bir ‘dil’ organizasyonu… İçine Baskça kelimeler konan bir kapsülle milyonlarca insan elden ele bir noktadan bir noktaya gece gündüz aralıksız koşuyor. Bir dili taşımanın zorluğunu anlatıyor Korrika… Elden ele, her türlü zorlu doğa koşullarına karşı koşularak büyük kalabalığın beklediği son noktaya ulaşılıyor… Kürtlerin omuzlarında taşınan ve bugüne gelen Kürtçe gibi… Asimilasyona uğrayan ve dilini konuşamayan milyonlarca Kürt gibi…

Baskların da büyük çoğunluğu asimilasyon sonucu dilini bilmiyor. Yalnız tersi bir süreç işliyor Bask bölgesinde… Bugün yaşlılar İspanyolca konuşuyor Bask dilini bilmiyorlar, ebeveynler Bask dilini bilmeseler de çocuklarının bu dili öğrenmesini istiyorlar ve Bask okullarına gönderiyorlar. Bask dilinde eğitim görülüyor. Asimilasyon geriye dönülebilen bir süreç… Bu gezdiğimiz merkezin amacı Bask dilini hayatın içinde daha aktif kılmak, konuşanların sayısını artırmak… Bask ülkesinde ne yazık ki nüfusun yarısı bile Bask dilini konuşmuyor…

Urtzi’nin kız kardeşinin adı Araitz. Araitz, ben ismini telaffuz edince 28 harfi olan Bask alfabesinde iki tane ‘z’ olduğunu anlatıyor. Buna örnek olarak da Haizea’yi veriyor. Haizea, buraya gelmemi sağlayan belgeselde, ‘Denizin Kızı’nda babasını araştıran kızın adı… Araitz, Haizea’nın anlamının ‘Rüzgâr’ demek olduğunu söylüyor, ablasının adı ise Hodei, yani ‘Bulut’ demek. Bir babanın çocuklarına verdiği isim, eğer o baba yaşamıyorsa bir şifre, miras gibidir. Babamın benim adımı ‘Mizgin’ (Müjde), ağabeyimin ismini ‘Bawer’ (İnanmak) koyduğunu hep düşünürüm, hayatta bir öğüt, bir şifre olmalı bu…

Bilbao’da hava bulutlu, yağmur ha yağdı ha yağacak… Araitz, bulutlu havanın, yağmurun ve sisin Bask ülkesinin simgesi olduğunu söylüyor. Babaları bu isimlerle onlara ülkelerini emanet ediyor, onlara ülkelerini sevmelerini yağmurunu, rüzgârını bile sevmelerini söylüyor olabilir mi? Yaşamayan, siz henüz birkaç aylık ya da birkaç yaşındayken sizi bırakmak zorunda kalmış, öldürülmüş bir baba size isminizle neyi tembihler? İnsanın adı neyi söyler?

Araitz’in çok güzel gözleri var, çok güzel gülüyor. İyi hissediyorum yanlarında, dostlar… Bol bol gülüyoruz, farklı yemekler sipariş ediyor ve hepsini paylaşıyoruz… Orada çalışan aşçıyı anlatıyor Urtzi. Siyasetten altı yıl cezaevinde kaldığını söylüyor, henüz görmediğimden, “Bizim yaşlarımızda mı?” diye soruyorum, onaylıyor… Bizim kuşağımızın sırası, babalarımız bedelleri ödedi ve şimdi bizimle devam ediyor…

Çıkışta rahatsız etmeyen ama dolu dolu bir yağmur yağıyor. Urtzi’yle kendimizi metro’ya ulaştırıyoruz çok ıslanmadan. Çıkışta yağmur daha da artmış. Bu kez koşuyoruz. Boynuma sardığım kefiyi, bu kez başıma sarıyorum. Bir garaja giriyoruz, hem garaj, hem işyerleri var. Urtzi’nin çalıştığı Jamaika televizyonu bu tuhaf binanın 5. katında. Merdivenleri çıkıyoruz. Tek kat üzeri az sayıda çalışanıyla faaliyet yürüten bu televizyon sadece Bask dilinde yayın yapıyor. Yağmur yağmaya devam ediyor… Bu Bask ülkesinin olağan havası… Yağmurlu havalar tek başına kasvetli değil. Türkiye’den haberler pekiyi değil… Türkiye. İkiyüzlü davranıyor. Juan’ın deyimiyle psikopatça.

Sahi ben buraya niye gelmiştim? Bunları unutmak ve senaryoyu soğukkanlı, öfkesiz, eşit mesafede yazmak için değil miydi? Artık haberleri izlememeliyim… İzlemeyince haberleri yok sayabilir miyim? İyi bir haber düşmeyecek internet sitelerine…

Gökyüzünden ateş yağıyordu, biz köyde damda yatıyorduk, ben bir köşedeydim tek başıma, diğerleri diğer tarafta yan yana… Kafamı korumaya çalışıyordum ama boşunaydı çünkü gökten az önce yağan ateşler benim kafama da temas etmişti. Bunun ne olduğunu düşünüyordum rüyamda, Amerika üzerimize kimyasal mı atmıştı? Rahatsız edici telefon sesiyle uyandım…

Bu aralar çok sık yaptığım gibi Kürtleri ve Baskı düşündüm… Kendi ülkenin dışına çıkınca her şey daha da berraklaşıyor. Dün Urtzi’ye “Bask ülkesinin başkenti neresi?” diye sordum, güzel soru dedi çünkü sorunlu bir yanıtı var. Tarihsel olarak başkenti Iruñea (İspanyolca Pamplona), ancak bu şehir özerklik sınırlarının dışında kalıyor, resmi olarak başkenti Gasteiz (İspanyolca Vitoria), Baskın en büyük şehri ise Bilbao olarak biliniyor. Fransa bölgesinin yine resmi olmayan başkenti ise Baiona (Fransızca Bayonne).

Yurtdışına gittiğini hayal ettim Urtzi’nin, İspanya’dan geldiği için İspanyol dediklerini onun her defasında düzelttiğini… Benim yaptığım gibi… Peki neden İspanya Baskı, Türkiye Kürtleri kendine dönüştürmeye çalışıyor. Doğanın kuralları gereği herkes bir şey olarak doğar, bu çok önemli bir şey değildir tek başına. Yani esmer, kızıl, uzun ya da kısa boylu oluşumuz, Kürt, Arap oluşumuz, doğduğumuz ailenin bize hangi dili öğreteceği planlanmış şeyler değildir… Ancak bir şekilde Kürt olarak doğduk; bu neden elimizden alınmak isteniyor? Bir yüzyıl ısrarla siz Türksünüz diye baskı yapılması, Türkleştirilme çalışmaları… Doğaya aykırı tüm bu yaşananlar; Kürtçe büyümüş bir çocuğa Türkçe eğitim vererek hayatını sürdürmesi, ismini değiştirmek… Tüm bunlar doğaya aykırı…

Haize ile buluştuk, ‘Denizin Kızı’ Haize ile… O benim tahminler yürüttüğüm isminin anlamına babasının şiirlerinde yazdığı bir dizeyle açıklık getirdi. Babası kızlarına rüzgâr ve bulut ismini vererek hep doğanın galip geleceğini anlatmak istemiş. Doğaya bıraksak kendimizi, tabiata, esen rüzgara…

Haize’nin yüzünü filmden dolayı biliyordum, çok güzel gözleri var, ince zayıf bir yüzü. Babasına benzediğini filmden dolayı biliyorum, ona bakınca bir zamanlar çok yakışıklı olduğunu tahmin ettiğim babasını, Txapela’yı da görüyorum. Saçları kısa kulak memesini geçmiyor, ensesinde bir ince kuyruk bırakmış. Zayıf, çok zayıf… Sanıyorum aynı yaşlardayız. Gözlerindeki ifade tanıdık geliyor, soru soran bakışları… Zihinsel dünyada birbirimize benziyoruz, çok konuşmasak da onu anlıyorum; o da onu anladığımı biliyor, çünkü beni hissediyor.

Önce adının anlamından konuşuyoruz, sonra ben ve ağabeyimin isminden… Bizim isimlerimizi çok felsefik buluyor, burada doğa olaylarının isim olmasının yaygınlığı kadar Kürtler arasında da durumlar, olgular insan isimlerine dönüşüyor; Sozdar, Hêvi, Çîya gibi…

Kürtler ile Baskların isimde bir ortaklıkları yer, dağ, coğrafya isimlerini, yeni doğan çocuklara vermeleri… dağlara aşıklar en az Kürtler kadar; tüm dağların isimleri birer insanın ismine dönüşmüş, tıpkı Cudî, Zagros gibi…

Filmin hikâyesini anlatıyorum… Dil problemi olmasa tüm senaryoyu ona okumak isterdim çünkü bu hikâye aynı zamanda onun da hikâyesi… O da 5 yaşına kadar nene ve dedesiyle yaşamış, eve döndüğünde annesiyle barışamamış uzun süre… Ben 20 yıl sonra gördüm ilk kez, barışabildim mi bilmiyorum… Mahmur’dan döndüğümde en çok annemi özlediğimi hatırlıyorum; babam sanki kulağıma onun adını fısıldamıştı, gidip onu bulmamı, sarılmamı, öpmemi, tüm acılarını hafifletmemi tembihledi…

Haize ile aramızda temel bir fark var; o bu yolculuktan sonra babasını bulduğunu ve ancak ölü bir baba bulduğunu söylüyordu. Bu yüzden bir boşluk hissediyor ve bu yolculuktan önceki halini özlüyor, arıyordu. Yolculuktan önce bir hayaldi onun için, ölmeyen bir hayal; yolculuktan sonra ölen bir gerçeğe dönüşmüştü…

Benim için boş bir tarihti şimdi dolu bir tarih oldu. Onu merak ediyordum, onunla aynı anda buluşmak için can atıyordum, ona kızıyordum, onunla sürekli ama sürekli konuşuyordum. Onu küçükken ısrarla beklemiştim… Nenem bir gün döneceğini söylemişti eskisi gibi, ben henüz doğmadığım zamanlarda olduğu gibi, beyaz arabasıyla… Nenem onun gelişini birkaç kilometre öteden görürdü. Eve varması geceyi bulurdu hep ama evinde yatar sabah erkenden giderdi yine… Yine gelecekti öyle babam. Gelmedi ve hayal kırıklığıyla öldürmedim onu, ölüsüne ağlamadım ondan sadece kaçtım, kırgındım ve kızgındım.

Erivan’da Gülistan’ı görmeseydim, ona aradığımız bir adamın mezarını biliyor mu diye sormasaydım, o gözlerinin içi gülerek “tanıyorum o benim babam” demese onu hiç sormayacaktım, aramayacaktım… Gülistan bunu dediğinde onu çok kıskandım, deli gibi kıskandım ve çok zor olsa da bu yüzden “senin baban olamaz, o benim babam” diyebildim. Bir mucize gibiydi Erivan’daki karşılaşmamız. Nereden bilirdim onun beni orada beklediğini…

Ben onu unutmak istiyordum, hiç konuşmayınca unutacağımı sanıyordum. Köye bile çok az gittim, İstanbul’a beş altı yıldır dönmüş annemi bile birkaç saat dışında ziyaret etmedim, edemedim… Hep sıkıntı yaşadım onlarla; yüzlerine bakamadım birkaç kere konuşmayı denedik ikimize de ağır geldi, benim sözlerim zehir gibiydi annem için. O ağladı kaç kere, “Seni bırakmak zorundaydık” dedi, öyle çok öfkeliydim ki, ağlamasına rağmen, özür dilemedim, teselli etmedim, “Bir şey olmaz geçti artık, iyiyiz” demedim.

Gülistan’ın anlattıkları daha çok onun babası olduğu fikrini doğrulattı. Ona dair hiçbir anım yoktu, nasıl gözükür nasıl gülerdi, nasıl kızar nasıl öğüt verirdi bunları o anlattı… Ben sadece dinledim. Gülistan onun kızı, peki ben kimim?

Haize’de filmle birlikte yaptığı yolculukla annesine döndüğünü anlattı; ölmüş babalarımız bize aşklarını teslim ediyorlar sanki… Ölüler bize hayattaki varoluş amacımızı veriyorlar geri, bize amaçlarını miras bırakıyorlar… Ölüler bize ne çok şey anlatıyorlar?

Bilbao’dan sonra Donostia ve oradan geri kalan günlerimi yazmak için saklanacağım Pasaia’ya geçeceğim.

Baskın Fransa sınırındaki en önemli şehri Hendaye… Hendaye’de Basklı tutuklular için bir etkinliğe gittik “Denizin Kızı” belgeselinin yönetmeni Josu Martinez ve ünlü Basklı palyaço Parrotx ile… Öğrendiğim yeni kelimeler “Bai/Evet”, “Ez / yok” Bunu kendim öğrendim çünkü her taraf afişler, pankartlarla dolu ve hepsi Ez! ile bitiyor… Yine benim öğrendiğim bir kelime “Hemen / Burada” Türkçe’de aynı kelimenin farklı bir anlamı olduğu için ve burada Bilbao’da çokça karşıma çıktığı için… “Hemen Torturatzen da” (Burada İşkence var) “Errepresiorik ez!” (Baskıya hayır) “Euskal Presoak Euskal Herrira” (Bask Tutukluları Bask Ülkesine), “Presoak Etxhera” (Tutuklular Evlerine)… Her tarafta bu pankartlardan görebilirsiniz sokaklar, işyerleri, evlerin balkonlarında…

İspanya politikası tutukları Bask’tan olabildiğince uzağa gönderiyor. 3 milyon Bask nüfusuna karşılık, 800 siyasi tutuklusu var.

Porrotx İspanya hükümeti tarafından yasaklı bir palyaço… Gösteri yapması, çocukları güldürmesi yasak… Geçen sene Filistin’e gidip orada savaşın içindeki çocukları güldürmeyi amaçlayan Porrotx, bu bahar Kürdistan’a gelmeyi planlıyor…

Porrotx ile birbirimizin dilini bilmiyoruz ama bana şunu öğretiyor Baskça, elini kalbine götürerek "Sentitu" (hisset), kafasına götürerek, "Pentsatu" (düşün) ve yumruk yapıp havaya kaldırarak “Egin” (yap) diyor. Tekrar ediyorum arkasından, “Sentitu, Penstatu, Egin!...”

Devam edecek...

TRT Haber'de yeni kitap üzerine söyleşi 4 Kasım'da...

Agora Kitaplığı'ndan yeni çıkan "Yeşim Ustaoğlu: Su, Ölüm ve Yolculuk" kitabım üzerine yapılan söyleşi, 4 Kasım Perşembe 18.50'de TRT Haber'de HAYAT+ programında yayınlanacak.