3 Kasım 2010 Çarşamba

BASK İZLENİMLERİM 1. BÖLÜM

Ve Bask'ta Haize ile buluşmak… / İzlenim

MİZGÎN ARSLAN -ANF
08:11 / 11 Ekim 2010

BİLBAO - İstanbul’dan Bask ülkesine ilk yolculuğum… ‘Kürdistan’ ve ‘Kürt’ ismine bir samimiyetlerinin olduğu ilk tepkilerinden belli… Sevgiyle gülümsüyor, çok soru soruyor, çok merak ediyorlar.

Bask ülkesinin en büyük kenti Bilbao’ya İstanbul’dan Barcelona üzeri aktarma yaparak geldim, aynı gün ikinci uçak yolculuğum, ikinci kalkış, ikinci iniş… Kalkış sırasında ölümü düşünüyorum sonra aklıma ölümden korkmayan Kürt çocukları geliyor, savaşan gençler, ömürlerinin son günlerini yaşarlarken bile eyleme gitmekten korkmayan yaşlılar…

Beni havaalanında Urtzi karşıladı. Urtzi Urrutikoetxea, Basklı gazeteci, şair, çevirmen…

Buraya gelişim Urtzi ile tanışmamızla başladı. Beni Basklılarla tanıştıran o, onunla tanışmamıza sebepse bir belgesel; “Denizin Kızı”… ETA üyesi olan babası GAL tarafından öldürülen bir kızın babasını arayışının hikâyesini anlatıyor Josu Martinez’in bu belgeseli… Mahmur’dan yeni dönmüştüm henüz çok etkisindeydim olanların…

Babamın mezarını arıyordum ancak çok başka şeyler olmuştu, bambaşka gerçeklerle, belki onunla karşılaşmıştım. Huzurluydum ama çokça da kızgındım, duygusaldım… O sıralarda tesadüfen Urtzi’yle tanıştım, o da bir süre önce Mahmur’a gitmişti. Gidiş sebebimi söyleyince benzer bir hikayeyi anlatan bir arkadaşının belgeselinden söz etti. Ertesi gün belgeseli seyrettik. Bir genç kadın, o henüz iki yaşındayken ölen ETA üyesi babasının kim olduğunu soruyordu. Çok duygusal bir benzerlikteydi sorularımız; benim yaptığım yolculuğun neredeyse aynısıydı; hiçbir zaman yeri dolduramayacak bir boşlukta aynı hisler, aynı korkunç yanıtsız sorular… “Denizin kızı” Haize ile henüz tanışmadan aramızda bir bağ oluştu. O gece hem hüzünlendik Urtzi ile hem de kardeş olduk, Baskların ve Kürtlerin kardeşliğini konuştuk.

Bilbao’daki ilk gece Juan’ın evinde kaldım… Juan kırmızı ışıkta geçen bir Avrupalı, mutfağında kaçak çay ve tomurcuğu eksik etmeyen demli çay içen, annesi Portekizli babası Basklı olan Baskça bilmeyen, Kürt dostu bir Basklı…7 dil biliyor, az bildiği Kürtçe ve Baskça hariç… İki evlilik yapmış bir oğlu bir kız torunu var… Çoğunlukla Türkiye ve Kürdistan’da yaşıyor. Evi bu yüzden mi çok dağınık?

Juan her şeyden önce 30 yıllık bir Kürt dostu, ömrünün yarısından fazlasını Kürtlerin coğrafyasını dolaşarak, onları okuyarak anlatarak, orada yaşayarak geçirmiş. Tüm Kürt büyükleriyle arkadaşlık etmiş. “En baştaki hariç, herkes bu eve, buraya geldi,” diyor tane tane konuştuğu Türkçe’siyle… Kürtlerin yaşadığı her yere gitmiş, oralara turlar düzenliyor. Irak Kürdistan’ına turlar yapıp yapmadığını soruyorum, orayı ilginç bulmadığını söylüyor. Türkçe’yi anlaşılır konuşuyor, Kürtçe’nin de hitaplarını biliyor, beni karşılarken “Tu bi xêr hatî” (Kürtçe hoş geldin) diyecek kadar…

Bask ülkesindeki ilk günüm. Şimdilik Baskça sadece “Gabon / iyi geceler” demeyi biliyorum, gece geldiğim için. Gelmeden tek bildiğim “Eskerrik Asko” (Teşekkür Ederim) demekti. Juan, Bilbao’yı anlatıyor bana, bir kroasanla geçiştirilen kahvaltıda Türk ve Kürtlerde olduğu gibi güzel kahvaltısının olmadığına hayıflandıktan sonra… Bilbao’da Baskça konuşma oranı neredeyse yüzde 7 oranında. Bu rakam Juan’a göre, San Sebastian’da yüzde 30’a, Fransa sınırındaki benim kalacağım köy olan Pasaia’da yüzde 80-90’a ulaşıyor.

Sınıra yaklaştıkça artan Bask konuşma oranı, bana Kürt coğrafyasında Irak sınırına yaklaştıkça artan Kürtçe konuşma oranını hatırlattı. Mardin, Cizre, Hakkâri, Şırnak’ta Kürtçe konuşma oranı yüzde 80-90 hatta yüzde 100’lere yaklaşırken sınırdan daha uzak Kürt coğrafyasında Malatya’da, Elazığ’da bu rakam iyice düşüyor…

Kayıp dışarıdan başlıyor ve içlere doğru yayılıyor. Basklılar da asimilasyondan büyük yara almış, alıyor… Yerlerin ismi, insan isimleri, tıpkı Kürtler gibi değiştirilmiş. San Sebastian, İspanyolların sonradan kullandığı Baskça adı Donostia’yı yasaklayarak kullandıkları yeni ismi… Urtzi bu durumu daha iyi anlamam için izah ederken bana “Amed-Diyarbakır” örneğini vermişti…

Urtzi’nin çalıştığı ve sadece Bask dilinde yayın yapan Jameika 11 kanalı röportaj yapmak istiyor… Projeyi, neden Bask’ta yazmak istediğimi Türkiye’yi, Kürtleri soracaklar bana… Hepsine bir yanıtım var ancak İngilizce anlatmak işin zor tarafı… Öfke ne demekti İngilizce… Öfke’den kaçıyorum, kimseye kızmak istemiyorum. Belli bir mesafeden, uzaktan kendime, halkıma ve yaşadığım ülkeye bakmak istiyorum… Orada yaşamak beni her geçen gün kızgın ve asabi yapıyor, uzaktan her şey net gözükür, daha anlaşılır olur…

Sakin, soğukkanlı, dünyanın her tarafından anlaşılabilecek sıcaklıkta bir baba kız filmi çekmek istiyorum. Savaşın içinde doğdum ben, savaşın içinde yaşıyorum ve savaşa dair bir film yapmaya çalışıyorum. Gelişmeler sadece motivasyonumu yok ediyor, insanlar ölürken yazmanın ne anlamı var ki… Gözümün önünden hiç gitmeyen genç ölülerin fotoğraflarını getirdim…

Röportajdan sonra Urtzi ile eski şehrin olduğu altı yollu meydanı gezdik. Eski şehrin kalbinde beş katlı Bask Dili ve Edebiyat Koordinasyon Merkezi’ni gezdik. Binayı Korrika’yı da düzenleyen ekipten Igor Elordui gezdirdi. Korrika’dan konuştuk, daha önce Urtzi anlatmıştı, her iki yılda bir düzenlene büyük bir ‘dil’ organizasyonu… İçine Baskça kelimeler konan bir kapsülle milyonlarca insan elden ele bir noktadan bir noktaya gece gündüz aralıksız koşuyor. Bir dili taşımanın zorluğunu anlatıyor Korrika… Elden ele, her türlü zorlu doğa koşullarına karşı koşularak büyük kalabalığın beklediği son noktaya ulaşılıyor… Kürtlerin omuzlarında taşınan ve bugüne gelen Kürtçe gibi… Asimilasyona uğrayan ve dilini konuşamayan milyonlarca Kürt gibi…

Baskların da büyük çoğunluğu asimilasyon sonucu dilini bilmiyor. Yalnız tersi bir süreç işliyor Bask bölgesinde… Bugün yaşlılar İspanyolca konuşuyor Bask dilini bilmiyorlar, ebeveynler Bask dilini bilmeseler de çocuklarının bu dili öğrenmesini istiyorlar ve Bask okullarına gönderiyorlar. Bask dilinde eğitim görülüyor. Asimilasyon geriye dönülebilen bir süreç… Bu gezdiğimiz merkezin amacı Bask dilini hayatın içinde daha aktif kılmak, konuşanların sayısını artırmak… Bask ülkesinde ne yazık ki nüfusun yarısı bile Bask dilini konuşmuyor…

Urtzi’nin kız kardeşinin adı Araitz. Araitz, ben ismini telaffuz edince 28 harfi olan Bask alfabesinde iki tane ‘z’ olduğunu anlatıyor. Buna örnek olarak da Haizea’yi veriyor. Haizea, buraya gelmemi sağlayan belgeselde, ‘Denizin Kızı’nda babasını araştıran kızın adı… Araitz, Haizea’nın anlamının ‘Rüzgâr’ demek olduğunu söylüyor, ablasının adı ise Hodei, yani ‘Bulut’ demek. Bir babanın çocuklarına verdiği isim, eğer o baba yaşamıyorsa bir şifre, miras gibidir. Babamın benim adımı ‘Mizgin’ (Müjde), ağabeyimin ismini ‘Bawer’ (İnanmak) koyduğunu hep düşünürüm, hayatta bir öğüt, bir şifre olmalı bu…

Bilbao’da hava bulutlu, yağmur ha yağdı ha yağacak… Araitz, bulutlu havanın, yağmurun ve sisin Bask ülkesinin simgesi olduğunu söylüyor. Babaları bu isimlerle onlara ülkelerini emanet ediyor, onlara ülkelerini sevmelerini yağmurunu, rüzgârını bile sevmelerini söylüyor olabilir mi? Yaşamayan, siz henüz birkaç aylık ya da birkaç yaşındayken sizi bırakmak zorunda kalmış, öldürülmüş bir baba size isminizle neyi tembihler? İnsanın adı neyi söyler?

Araitz’in çok güzel gözleri var, çok güzel gülüyor. İyi hissediyorum yanlarında, dostlar… Bol bol gülüyoruz, farklı yemekler sipariş ediyor ve hepsini paylaşıyoruz… Orada çalışan aşçıyı anlatıyor Urtzi. Siyasetten altı yıl cezaevinde kaldığını söylüyor, henüz görmediğimden, “Bizim yaşlarımızda mı?” diye soruyorum, onaylıyor… Bizim kuşağımızın sırası, babalarımız bedelleri ödedi ve şimdi bizimle devam ediyor…

Çıkışta rahatsız etmeyen ama dolu dolu bir yağmur yağıyor. Urtzi’yle kendimizi metro’ya ulaştırıyoruz çok ıslanmadan. Çıkışta yağmur daha da artmış. Bu kez koşuyoruz. Boynuma sardığım kefiyi, bu kez başıma sarıyorum. Bir garaja giriyoruz, hem garaj, hem işyerleri var. Urtzi’nin çalıştığı Jamaika televizyonu bu tuhaf binanın 5. katında. Merdivenleri çıkıyoruz. Tek kat üzeri az sayıda çalışanıyla faaliyet yürüten bu televizyon sadece Bask dilinde yayın yapıyor. Yağmur yağmaya devam ediyor… Bu Bask ülkesinin olağan havası… Yağmurlu havalar tek başına kasvetli değil. Türkiye’den haberler pekiyi değil… Türkiye. İkiyüzlü davranıyor. Juan’ın deyimiyle psikopatça.

Sahi ben buraya niye gelmiştim? Bunları unutmak ve senaryoyu soğukkanlı, öfkesiz, eşit mesafede yazmak için değil miydi? Artık haberleri izlememeliyim… İzlemeyince haberleri yok sayabilir miyim? İyi bir haber düşmeyecek internet sitelerine…

Gökyüzünden ateş yağıyordu, biz köyde damda yatıyorduk, ben bir köşedeydim tek başıma, diğerleri diğer tarafta yan yana… Kafamı korumaya çalışıyordum ama boşunaydı çünkü gökten az önce yağan ateşler benim kafama da temas etmişti. Bunun ne olduğunu düşünüyordum rüyamda, Amerika üzerimize kimyasal mı atmıştı? Rahatsız edici telefon sesiyle uyandım…

Bu aralar çok sık yaptığım gibi Kürtleri ve Baskı düşündüm… Kendi ülkenin dışına çıkınca her şey daha da berraklaşıyor. Dün Urtzi’ye “Bask ülkesinin başkenti neresi?” diye sordum, güzel soru dedi çünkü sorunlu bir yanıtı var. Tarihsel olarak başkenti Iruñea (İspanyolca Pamplona), ancak bu şehir özerklik sınırlarının dışında kalıyor, resmi olarak başkenti Gasteiz (İspanyolca Vitoria), Baskın en büyük şehri ise Bilbao olarak biliniyor. Fransa bölgesinin yine resmi olmayan başkenti ise Baiona (Fransızca Bayonne).

Yurtdışına gittiğini hayal ettim Urtzi’nin, İspanya’dan geldiği için İspanyol dediklerini onun her defasında düzelttiğini… Benim yaptığım gibi… Peki neden İspanya Baskı, Türkiye Kürtleri kendine dönüştürmeye çalışıyor. Doğanın kuralları gereği herkes bir şey olarak doğar, bu çok önemli bir şey değildir tek başına. Yani esmer, kızıl, uzun ya da kısa boylu oluşumuz, Kürt, Arap oluşumuz, doğduğumuz ailenin bize hangi dili öğreteceği planlanmış şeyler değildir… Ancak bir şekilde Kürt olarak doğduk; bu neden elimizden alınmak isteniyor? Bir yüzyıl ısrarla siz Türksünüz diye baskı yapılması, Türkleştirilme çalışmaları… Doğaya aykırı tüm bu yaşananlar; Kürtçe büyümüş bir çocuğa Türkçe eğitim vererek hayatını sürdürmesi, ismini değiştirmek… Tüm bunlar doğaya aykırı…

Haize ile buluştuk, ‘Denizin Kızı’ Haize ile… O benim tahminler yürüttüğüm isminin anlamına babasının şiirlerinde yazdığı bir dizeyle açıklık getirdi. Babası kızlarına rüzgâr ve bulut ismini vererek hep doğanın galip geleceğini anlatmak istemiş. Doğaya bıraksak kendimizi, tabiata, esen rüzgara…

Haize’nin yüzünü filmden dolayı biliyordum, çok güzel gözleri var, ince zayıf bir yüzü. Babasına benzediğini filmden dolayı biliyorum, ona bakınca bir zamanlar çok yakışıklı olduğunu tahmin ettiğim babasını, Txapela’yı da görüyorum. Saçları kısa kulak memesini geçmiyor, ensesinde bir ince kuyruk bırakmış. Zayıf, çok zayıf… Sanıyorum aynı yaşlardayız. Gözlerindeki ifade tanıdık geliyor, soru soran bakışları… Zihinsel dünyada birbirimize benziyoruz, çok konuşmasak da onu anlıyorum; o da onu anladığımı biliyor, çünkü beni hissediyor.

Önce adının anlamından konuşuyoruz, sonra ben ve ağabeyimin isminden… Bizim isimlerimizi çok felsefik buluyor, burada doğa olaylarının isim olmasının yaygınlığı kadar Kürtler arasında da durumlar, olgular insan isimlerine dönüşüyor; Sozdar, Hêvi, Çîya gibi…

Kürtler ile Baskların isimde bir ortaklıkları yer, dağ, coğrafya isimlerini, yeni doğan çocuklara vermeleri… dağlara aşıklar en az Kürtler kadar; tüm dağların isimleri birer insanın ismine dönüşmüş, tıpkı Cudî, Zagros gibi…

Filmin hikâyesini anlatıyorum… Dil problemi olmasa tüm senaryoyu ona okumak isterdim çünkü bu hikâye aynı zamanda onun da hikâyesi… O da 5 yaşına kadar nene ve dedesiyle yaşamış, eve döndüğünde annesiyle barışamamış uzun süre… Ben 20 yıl sonra gördüm ilk kez, barışabildim mi bilmiyorum… Mahmur’dan döndüğümde en çok annemi özlediğimi hatırlıyorum; babam sanki kulağıma onun adını fısıldamıştı, gidip onu bulmamı, sarılmamı, öpmemi, tüm acılarını hafifletmemi tembihledi…

Haize ile aramızda temel bir fark var; o bu yolculuktan sonra babasını bulduğunu ve ancak ölü bir baba bulduğunu söylüyordu. Bu yüzden bir boşluk hissediyor ve bu yolculuktan önceki halini özlüyor, arıyordu. Yolculuktan önce bir hayaldi onun için, ölmeyen bir hayal; yolculuktan sonra ölen bir gerçeğe dönüşmüştü…

Benim için boş bir tarihti şimdi dolu bir tarih oldu. Onu merak ediyordum, onunla aynı anda buluşmak için can atıyordum, ona kızıyordum, onunla sürekli ama sürekli konuşuyordum. Onu küçükken ısrarla beklemiştim… Nenem bir gün döneceğini söylemişti eskisi gibi, ben henüz doğmadığım zamanlarda olduğu gibi, beyaz arabasıyla… Nenem onun gelişini birkaç kilometre öteden görürdü. Eve varması geceyi bulurdu hep ama evinde yatar sabah erkenden giderdi yine… Yine gelecekti öyle babam. Gelmedi ve hayal kırıklığıyla öldürmedim onu, ölüsüne ağlamadım ondan sadece kaçtım, kırgındım ve kızgındım.

Erivan’da Gülistan’ı görmeseydim, ona aradığımız bir adamın mezarını biliyor mu diye sormasaydım, o gözlerinin içi gülerek “tanıyorum o benim babam” demese onu hiç sormayacaktım, aramayacaktım… Gülistan bunu dediğinde onu çok kıskandım, deli gibi kıskandım ve çok zor olsa da bu yüzden “senin baban olamaz, o benim babam” diyebildim. Bir mucize gibiydi Erivan’daki karşılaşmamız. Nereden bilirdim onun beni orada beklediğini…

Ben onu unutmak istiyordum, hiç konuşmayınca unutacağımı sanıyordum. Köye bile çok az gittim, İstanbul’a beş altı yıldır dönmüş annemi bile birkaç saat dışında ziyaret etmedim, edemedim… Hep sıkıntı yaşadım onlarla; yüzlerine bakamadım birkaç kere konuşmayı denedik ikimize de ağır geldi, benim sözlerim zehir gibiydi annem için. O ağladı kaç kere, “Seni bırakmak zorundaydık” dedi, öyle çok öfkeliydim ki, ağlamasına rağmen, özür dilemedim, teselli etmedim, “Bir şey olmaz geçti artık, iyiyiz” demedim.

Gülistan’ın anlattıkları daha çok onun babası olduğu fikrini doğrulattı. Ona dair hiçbir anım yoktu, nasıl gözükür nasıl gülerdi, nasıl kızar nasıl öğüt verirdi bunları o anlattı… Ben sadece dinledim. Gülistan onun kızı, peki ben kimim?

Haize’de filmle birlikte yaptığı yolculukla annesine döndüğünü anlattı; ölmüş babalarımız bize aşklarını teslim ediyorlar sanki… Ölüler bize hayattaki varoluş amacımızı veriyorlar geri, bize amaçlarını miras bırakıyorlar… Ölüler bize ne çok şey anlatıyorlar?

Bilbao’dan sonra Donostia ve oradan geri kalan günlerimi yazmak için saklanacağım Pasaia’ya geçeceğim.

Baskın Fransa sınırındaki en önemli şehri Hendaye… Hendaye’de Basklı tutuklular için bir etkinliğe gittik “Denizin Kızı” belgeselinin yönetmeni Josu Martinez ve ünlü Basklı palyaço Parrotx ile… Öğrendiğim yeni kelimeler “Bai/Evet”, “Ez / yok” Bunu kendim öğrendim çünkü her taraf afişler, pankartlarla dolu ve hepsi Ez! ile bitiyor… Yine benim öğrendiğim bir kelime “Hemen / Burada” Türkçe’de aynı kelimenin farklı bir anlamı olduğu için ve burada Bilbao’da çokça karşıma çıktığı için… “Hemen Torturatzen da” (Burada İşkence var) “Errepresiorik ez!” (Baskıya hayır) “Euskal Presoak Euskal Herrira” (Bask Tutukluları Bask Ülkesine), “Presoak Etxhera” (Tutuklular Evlerine)… Her tarafta bu pankartlardan görebilirsiniz sokaklar, işyerleri, evlerin balkonlarında…

İspanya politikası tutukları Bask’tan olabildiğince uzağa gönderiyor. 3 milyon Bask nüfusuna karşılık, 800 siyasi tutuklusu var.

Porrotx İspanya hükümeti tarafından yasaklı bir palyaço… Gösteri yapması, çocukları güldürmesi yasak… Geçen sene Filistin’e gidip orada savaşın içindeki çocukları güldürmeyi amaçlayan Porrotx, bu bahar Kürdistan’a gelmeyi planlıyor…

Porrotx ile birbirimizin dilini bilmiyoruz ama bana şunu öğretiyor Baskça, elini kalbine götürerek "Sentitu" (hisset), kafasına götürerek, "Pentsatu" (düşün) ve yumruk yapıp havaya kaldırarak “Egin” (yap) diyor. Tekrar ediyorum arkasından, “Sentitu, Penstatu, Egin!...”

Devam edecek...

Hiç yorum yok: