17 Şubat 2010 Çarşamba

KAYIP BİR MEZARIN PEŞİNDEN MAHMURA YOLCULUK

Türkiye, yaşanan bir iç savaşın içinden "demokratik açılım" söylemlerinin konuşulduğu bir dönemece geldi: Bu, benim de içinde bulunduğum bir kuşakla yaşıt bir savaş. Babam bizi bırakıp dağlara gittiğinde benim şimdiki yaşımdaydı, bense henüz iki aylıktım. 1980 yılı 12 Eylül cuntası zamanlarıydı. O, bir oğul, bir baba, bir savaşçı, bazen bir "terörist" olarak zihnimde yer aldı. İlkokul ikinci sınıfta tüm sınıfa babalarının mesleği soruldu; benim dışımdaki herkes "çiftçi" derken ben "terörist" demiştim, televizyondan duyduğum buydu çünkü. Her gün haberler çeşitli rakamlarla kaç teröristin ölü geçirildiğini yazıyordu ve nenemle ikimiz merakla, korkuyla adı "Anadolu'dan Görünüm" olan programı izlerdik. "Terörist" adını ilk orada duydum.

Babamın iki yıl önce öldüğü haberini üniversiteye başladığım 1997 yılında aldım. Varlığı, küçükken bize hatıra diye gönderdiği sesi ve fotoğraflarıyla sınırlıydı; belki de bu yüzden onu hiçbir zaman rüyamda görmedim; yaşadığına inanamadığım birisinin öldüğüne nasıl inanacaktım? Nasıl güler, bakar, severdi? Bunu bilmediğim gibi nasıl, nerede, ne zaman öldüğünü de bilmedim. Çatışmalarda hayatını kaybeden çokça insanın cesedinin nerede olduğu bilinmediği gibi... Elimdeki tek bilgi, en son Irak'taki mülteci kamplarında kaldığı ve ona "Kızıl Kemal" denildiği... Bu izleri takip ederek bir kızın babasını arayış yolculuğun hikâyesidir bu yazı. Geçen yılın Aralık ayından bu yana babamın mezarını aramak için Mahmur'a gitmek istiyordum. Erivan'a, Ermeni-Türkiyeli sinemacılar platformunun ikinci buluşması dolayısıyla bir atölye çalışması için gitmiştik. 2008 yılının Aralık ayıydı. Benim yolculuğum orada başladı; hayatın hangi bölgesinde neyin, ne zaman karşınıza çıkacağını bilemezsiniz. Bu karşılaşma bana bunu öğretti. Türkiye'den beraber gittiğimiz Türkiyeli bir arkadaş Erivan'da Kürt arkadaşları olduğunu söyledi; onlarla tanışmak istedim. Bir kafede buluştuk; iki kız iki erkektiler. Kızların ikisi de savaş koşullarında Türkiye'de yaşama şansları kalmadığı için Irak'a geçen Kürtlerin kaldığı mülteci kamplarında büyümüştü; önce Şeranış, Bihere, Bersive, Etruş, Geliya Kiyamete (Kıyamet Vadisi), Ninova, şimdi de Mahmur'da olarak adı ve yeri sürekli değişen kamplarda. Babama dair aklımda kalan şey Zaho'da ve bu mülteci kamplarında görev yaptığıydı. Bir refleksle "Bir adamın mezarını arıyoruz, o da kampta kalmıştı" dedim. Adını sordu. "Kemale Sor" (Kızıl Kemal) dememle, Gülistan'ın "Tanıyorum, o benim babam" demesi bir oldu. O an donup kaldım; kaç saniye sürdü bilmiyorum, sonra diyebildim "O senin baban olamaz" diye. Bu bir şaka olmalıydı ama o ısrar ediyordu, boyunun uzunluğunu, gözlerinin mavisini, önü açılmış saçlarını, kafasına sardığı sarığı gözlerinin içi gülerek anlatmaya devam ediyordu. "O benim babam" dedim bu kez. Masada üşüten bir sessizlik oldu; herkes bir öbürüne bakmadan sessizce ağladık. O gün çok fazla konuşamadık. Ben üç gün otel odasından çıkamadım; unuttuğum, hiçbir zaman adını anmadığım, kendimce yok saydığım babam sanki geri dönmüştü. Yıllarca onu gizlemek zorundaydım; Türkiye'de "terörist" diye adlandırılan bir adamın kızı olarak yaşamak kolay değildi; dedem en çok bunu tembihlemişti. Bu sebeple babamın koyduğu Mizgin adını nüfus memurunun Müjde diye yazmasına bir itirazı olmamıştı. Nenemin ve dedemin nüfusuna kayıtlıydım. Bu sebeple ilkokulu bitirene dek kimliğim çıkmadı. Nüfus memuru babaanneme "Sen bu kızı 50 yaşında doğurmuş olamazsın" diyerek ret ediyordu. 11 yaşında, ilkokulu bitirdiğim yıl bir kimlik sahibiydim. Mardin'de bir kadın olarak var olmanın tek yolu eğitim almaktı ve okula kayıt yapmak için nüfus cüzdanı gerekliydi; başka da bir anlamı yoktu zaten, yazılan her şey yanlıştı; ismim, doğum tarihim, annem, babam. Babamı çocukluğum boyunca konuşmadık; onu birbirimizle paylaşmadık, herkes kendi içinde taşıdı. Şimdi yıllar sonra 28 yaşında o Erivan'da bir genç kadının yüreğinde, parlayan gözlerinde karşıma çıkıyordu. Peki onunla nasıl barışacaktım, onu nasıl taşıyacaktım? Üç günün sonunda İstanbul'a döneceğimiz gece uçağına binmeden önce Gülistan'la bir daha görüştük. O, babamın kamptaki annesiz babasız yüzlerce çocuğa babalık yaptığını anlattı; çocukları ne kadar sevdiğini... Mutlaka Mahmur'a gitmem gerektiğini, gidersem orada diğer kardeşlerimizi göreceğimi söyledi. Döndükten sonra İstanbul'da benzeri kriz halini sürdürdüm; sarsılmıştım; yıllarca ağlamamış, unutmuş, bu konuyu hiç konuşmamıştım. Artık onunla buluşmak istiyordum; küçüklüğümden beri dinlemediğim ses kaydını dinledim; yıllar sonra sesinin ne kadar güzel olduğunu fark ettim. Erivan'da bir şeyler beni uyandırmış ve onu görmeden, hiçbir şeyin yoluna girmeyeceğine emin olmuştum. Mahmur'da, o coğrafyada bir yerlerdeydi sanki. Döndükten sonra her koşulda Mahmur'a gitmenin yolunu aradım. Mezarının nerede olduğunu bilmiyorduk; nasıl öldüğünü, son olarak nerelerde kimlerle kaldığını, ne görev yaptığını, neyi konuştuğunu... Beni anlatıp anlatmadığını, sevip sevmediğini merak ediyordum. Onu ararken bir süre sonra onun orada bir yerlerde olduğuna emin oldum; nihayet bir yılın sonunda 18 Kasım'da (2009) İstanbul'dan yola çıktım. Yola çıkmadan iki gün önce hayatımda ilk kez onu rüyamda gördüm. Küçüklüğümde, onu henüz unutmaya karar vermediğim zamanlarda, yatmadan önce onu düşünür, dua eder ve onu rüyamda görmeyi isterdim. Onunla aynı anda bulunma duygusunu öyle çok merak ediyordum ki. Rüyamda bir fotoğrafı canlanmıştı; genç ve yakışıklıydı; ben onun babam olduğuna inanıyordum ama etrafımdakiler onun babam olmadığını söylüyordu, babamın yüzünü kullanan başka biriydi onlara göre. Rüya olduğu için gerekçesi şimdiki kadar saçma gelmedi ama yine de inanmadım onlara; onun babam olduğuna inanıyordum. Mutluluktan ayaklarım yerden kesilmişti, öylesine mutluydum. Sanki ilk kez yüz yüze, yan yanaydık. Mardin'e gideceğimiz saatler yaklaştıkça onu görmeye gider gibi heyecanlıydım. Şimdi bile yazarken aynı heyecanı yaşıyorum. İlk birkaç denemem gerçekleşmedi. Irak'a tek başıma gitmeye korkuyordum. Küçüklüğümden beri hep korkaktım; dedemden korkardım, karanlıktan, jandarmalardan, devletten, köpekten, nenemin ölmesinden, biraz daha büyüdüğümde kent yaşamından, gökdelenlerden, uçaktan, gürültüden korkardım. Ama bir o kadar cesurdum; korkunun tuhaf bir cesaret verdiğini çok önceden fark etmiştim. İnsan hem korkak hem de cesur olabilir, belki bunu bir tek inat açıklayabilir. Yine aynı dönemeçteydim; hem korkuyor, hem gidiyordum. İlk durağım Mardin'di; önce nenemden, dedemden, arkadaşlarından Kürt davasına, mücadeleye nasıl başladığını öğrenmeliydim... Kimdi bu mavi gözlü Kızıl Kemal ya da sivil hayattaki adıyla Ahmet Arslan? Ahmet, köylü bir ailenin en büyük çocuğu. 1977'nin Şubat ayında taksi şoförlüğü yaptığı sırada devrimcilerle tanışıyor ve o esnada aradığının hep bu olduğunu anlıyor; böyle anlatıyor mücadele arkadaşı, aynı zamanda dayı oğlu Mahmut. Böylece ilk örgütlemenin içinde yer alıyor. Bu esnada iki çocuğu oluyor; bir yaş büyük ağabeyim Bawer (İnan), 1980 yılının Haziran ayında da ben Mizgin (Müjde). İkimizin adını da o koyuyor; "müjde"li bir gelecek yaratacaklarına "inan"ıyor. İlk kez 12 Eylül'den önce gözaltına alınıyor. 1980 yılının Mart ayında, ben annemin karnında iken. 15 gün gözaltında kalıyor, kirpikleri, tırnakları sökülüyor. Çıktığında üç gün hastanede kalıyor; sonra yarı baygın halde evine getiriliyor. Bir şey itiraf etmediği için ortada suç yok, ancak yine de artık ovada güvende değiller. Mardin'in dağlarında kalıyorlar sonraki aylar, 12 Eylül olana dek. 12 Eylül bir tufan gibi vuruyor, cezaevine girenler, öldürülenler... Örgütleme için Suriye'ye geçmeleri gerekiyor. Tren yolunu kullanacak, hep yavaşladığı bir viraj var; tam oradan geçerken atlıyor. Bunu ilk kez Mardin'de öğreniyorum, şimdi akıl sağlığı bozuk olan kız kardeşi, halam anlatıyor; tekrarladığı tek cümle bu: "Ahmet trenden atladı gitti". Gittikten sonra iki yıl Beyrut'ta kalıyor; orada örgütleme hızla gelişiyor. İki yıl sonra birkaç yaş büyük amcası onu buluyor; Türkiye'de ailesi var Ahmet'in, bir kızı, oğlu ve henüz 20 yaşına girmemiş olan genç eşi. Ailesinin gelmesini istiyor; orada daha güvende olacaklar. Aile kaçakçılarla götürülecek; yalnız bir sorun var: İki çocuğun ikisinin de götürülmesi büyük risk; üstelik ben sürekli ağlayan huysuz bir çocuğum. Annem, Bawer'i alıp beni bırakıyor. Ben yıllarca beni neden götürmediğinin öfkesini yaşarken, annem de ağlayan sesimi duyuyor uzun süre. Bense ağlamıyor, sadece susuyorum. Vücudumda yaralar çıkıyor; köylüler neneme akıl veriyorlar. Şeyhlerin tükürüğü işe yaramayınca doktora götürülüyorum. Doktor ilk bakışta, "Bir çocuk için çok büyük derdi olmalı, üzüntüden hastalanmış" diyor. Susmak beni hasta ediyor. Babam, ailesiyle bir yıl sonra Suriye'nin Amude kasabasında görüşüyor; bu defa orada hapse giriyor; Türkiye'ye mi teslim edilecek derken hapisten bırakılıyor. 1991 yılına dek de Beyrut, Şam, Kamışlı'da faaliyet yürütüyor. Aile Suriye'de yoksullukla mücadele ederek hayatta kalmaya çalışıyor. 1991 yılında ailesini son kez görmeye gidiyor ve oradan sınırı geçerek Irak'a gidiyor. 1991 yılından 1995 yılında Etruş kampı yakınlarındaki Aslan Tepe'de öldürülene dek bu coğrafyada Behdinan'da, Botan'da, Zaxo'da kaldı. Yaşından ötürü çoğunlukla lojistik sorumlusu olarak, halk arasında kaldı. Mardin'de halamla konuştum önce; aslında pek konuşamadık, daha çok bakıştık. O sadece, "Ahmet trenden atladı gitti" dedi. Sağlıklı olduğu zamanlarda hep babamın dönmesini beklemiş. "Taşın altında, taşın üstünde, Ahmet kaybolmadı ya, bir gün dönecek" diyormuş. Ölüm haberiyle sadece yatmış. Uyumamış, ağlamamış, konuşmamış, yemek yememiş. Altı ayın sonunda hep uzandığı tarafının ağrıdığını söylemiş kızlarına. Doktora götürmüşler; doktor hep bir tarafa yattığı için o tarafın zayıfladığını söylemiş. Bir yandan öbür yana bile dönmemiş halam. Ağır bir depresyon geçiriyormuş; sonraki yıllarda daha da kötüleşmiş. Ahmet'i sayıklar olmuş. Şu an hala evin bir köşesinde başına çektiği yorganıyla gözleri hep açık sadece uzanıyor. Dedem nenem köyde; yaşlı yaşamlarında sakin bir hayat sürüyorlar. Babamın fotoğrafı evin başköşesinde asılı ama üzeri örtülü. Dedem fotoğrafına baktığında kalbinde sıkışma hissettiği için fotoğrafın örtülü olmasını istiyor; nenemse özlüyor, küçükken Ahmet'in hep söylediği şu tekerlemeyi hatırlıyor: "Ez kunci, tu kunci, ez firiyam tu ma li ci" (Ben susamım, sen susamsın, ben uçtum sen kaldın geride." Nenem, "Aynen dediği gibi, o uçtu ben kaldım geride" diyor.

2. BÖLÜM


Mardin'den 6:30 otobüsüyle Cizre'ye gidiyoruz. Cizre'de Şeyhmus amca bize yardımcı oluyor; Cizreli bir arkadaşımın amcası. Oradan her gün Habur'u gidip gelen dolmuş taksi buluyoruz; ölüm kuyularının, isyanların, zulmün, ölümlerin vadilerini aşarak Silopi'ye gidiyoruz. Yol boyu sohbet, onun üzerindeki arama noktasında kesiliyor; önce Türkler sonra Kürtler soruşturuyor bizi. Özellikle Irak tarafında sürekli askerlerin kafalarını içeri uzatıp gülümseyerek Kürtçe, "Çawayi, başı" ("Nasılsınız, iyi misiniz?") deyip salıvermeleri şaşırtıyor. Bunu 7-8 kişi 50'şer metre arayla tekrarlıyor. Bir süre sora gülümsemeyi bırakıyoruz. Biraz bıkıyoruz; her yerde niçin gittiğimizi soruyorlar. Bir film için araştırma yaptığımızı söylüyorum. Hoşlarına gitmiyor, bekletiyorlar, bir yerlere telefon açıyorlar. Zaxo'ya saat 4'te varıyoruz; hava kararıyor.

Şeyhmus amca beni ve kameramanımı Zaxo'da Mahsum'a teslim edip ayrılıyor bizden; ucuza iki kilo çay, biraz şeker alacak dönüşte; onun da tek karı bu.

Otobüsler bittiği için Hewler'e (Erbil) özel araçla gidiyoruz; şoförümüzün adı Neriman. Kürtçe'nin Kurmanci lehçesini konuşuyoruz onunla ama o Soranice konuşan kesimden. İlk kez Neriman adında bir erkek tanıyoruz; bu gülüşmemize neden oluyor; o bu bölgede bu ismin çift cinsiyetli olduğunu söylüyor. Neriman'la yolda bol bol Kürtlerin tarihi, kaderi üzerine sohbet ediyoruz; en çok uyuştuğumuz nokta bu çünkü. Peşmerge imiş 1991 yılına dek; Saddam'ın Kürtlere yaptığı haksızlıklardan, idamlardan başka seçeneği yokmuş.

Kameramanım Kürtçe bilmiyor, Dersimli, ama yolda Neriman'dan birkaç kelime kapıyor; "Ez Zazaki zanim, hevalamin Kurmanci Zani" (Ben Zazaki biliyorum, Arkadaşım Kurmanci biliyor) diyor sadece. Neriman, ısrarla bize, "Evlerinize geri döneceksiniz; size sorarlarsa Kak Neriman'la karşılaştık çok iyi bir insandı" dememizi tembihliyor. Bunu birkaç kez tekrarlıyor. Bizi kimin karşılayacağını soruyor, amcaoğlum olduğunu söylüyorum. "Amcaoğlum" Abdurahman'la tek iletişimim Kak Neriman'ın telefonu. Henüz Irak hattı almamışız.

Hewler'de hastane yakınında bir yerlerde Abdurahman'la buluşuyoruz; onu görür görmez teyit etmek istercesine "Bunlar senin neyin?" diye soruyor Kak Neriman. Abdurahman'la sözleşmişiz gibi, "Amcamın kızı" diyor. Abdurahman, Erivan'da tanıştığım Gülistan'ın kardeşi. Selahattin üniversitesinde mimarlık okuyor. Bizi kadınların da olduğu bir öğrenci evine götüreceğini söylüyor; Hewler (Erbil), Kürdistan Bölge Hükümeti'nin başkenti; en büyük şehri. Üç dört yıl içerisinde müthiş bir gelişim kaydetmiş. Her tarafı inşaat hala. İnşaat şirketlerinin büyük çoğunluğu da Türkiye'den. Gittiğimiz evde dört kişi var; karı koca bir öğrenci çift ve iki arkadaşları. İlk sorgulama burada başlıyor. Bizi tanımıyorlar ve bu yüzden çok güvenmiyorlar. Bize Kürtlerin yakın tarihini anlatmaya koyuluyorlar; ben babamdan söz etmiyorum. Benim için çok zor bir mesele babamdan söz etmek. Ondan konuşmak için hazır değilim. Yolculuğa çıkma sebebim bu, ancak herkes aynı anlayışı göstermiyor. Ben de onlar da önyargılarla doluyuz.

Henüz bankalar yeni kurulduğundan ATM bulmakta zorlanıyoruz. Henüz Irak'ta olmadığını söylüyorlar. Birkaç bankaya gidip soruyoruz; ilk ATM kısa bir süre önce bir bankaya getirilmiş, orada hallediyoruz. Düşündüğümüz gibi erken bir saatte Mahmur'a yol alamıyoruz, gergin ve sabırsızım hemen gitmek istiyorum. Bu kez Musul'a doğru yolumuz. Mahmur kampı, adı Mahmur olan Musul'a bağlı eski bir şehrin yanına kurulmuş; çorak bir dağın eteğine. İlk oraya geldiklerinde taştan ve akreplerden başka hiçbir şey yokmuş. 17 kişi çocuk-yaşlı-genç akrep sokmasından ölmüş.

İlk gördüğüm mezarlığı; kente girmeden fark ediliyor. Yedi yıllık geçmişine rağmen fazlasıyla büyük. 12 bin nüfusu var Mahmur'un. Nüfusun büyük çoğunluğu çocuk. Sokaklarda, yürümeye adım atmış her yaştan bebek, çocuk var; yalın ayak, soğuğa rağmen çorapsızlar. Yine yaşlılar, gaziler ve kadınlar çoğunlukla. Tam bir savaş bölgesi manzarası hâkim. İlk gidişim; kiminle karşılaşacağımı, ne olacağını bilmiyorum, ama oraya varır varmaz sebebini bilmediğim bir huzur kaplıyor içimi. Uzun zamandır hiç bu kadar iyi olmamıştım.

Gülistan'ın ailesinin evine gidiyoruz. Dokuz çocuklu büyük ailenin evinde şimdi bir tek Yakup kalıyor; babaları Mihemet Xalid'i babamdan bir yıl önce KDP'liler kampa baskın yapıp yaka paça götürmüş, bir daha da haber alamamışlar. Annesi 2000 yılında kanserden ölmüş; Gülistan ve iki kardeşi gerillaya katılmış küçük yaşlarda.

En büyükleri Bahar içlerinde evli olan tek kardeş. Üç çocuğu var. Diğerleri Hewler'de üniversitede okuyor; Yakup okulu bitirmiş bir yıl önce. Hukuk okumasına rağmen geçici olarak Mahmur'da öğretmenlik yapıyor.

Bu aile çok önemli benim için; henüz görmeden aramızda bir bağ olduğunu hissediyorum; babam hep onlarda kalırmış; bir aile gibiymişler. Yakup babamın ona pantolon aldığını hatırlıyor. Mahmur'da ilk önce Bahar'ın evine gidiyoruz; en büyük ablaları. O babamı en iyi hatırlayanlardan. Bir gün babam ona para vermiş kendine kazak alması için; döndüğünde kazağı beğenmemiş, sana kırmızı yakışır demiş. Bunu unutmuyor. Bense üzerimde kırmızı bir kazakla gidiyorum Mahmur'a.

Bahar'la onun canı her sıkıldığında Mahmur'dan uzaklaşarak ağlamaya geldiği dağ eteğinde görüşüyoruz. Türkiye'den sınırı geçtikten sonra kamptan kampa göçlerini anlatıyor Bahar. Irak tarafında KDP çadırlarını dağıtıyor, her şeyi yakıyor. Bulabildikleri birkaç parça eşya ile soğuk bir kış günü yola koyuluyorlar. Binlerce insan, birkaç parça eşya, biraz ekmek, birkaç hayvanlarıyla... Kampın yanında bulunan iki köy eşyalarını almak için kavga ediyor; kavga öylesine büyüyor ki onlarca adam öldürülüyor bu basit eşyalar için.

O zaman henüz Saddam yaşıyor. Irak sınırına dayanıyorlar, Saddam onları kabul etmiyor. Günlerce muşambadan yaptıkları çadırın içinde bekliyorlar. Bebekler ölüyor, hastalıklar artıyor. Sonunda izin veriliyor ve geçiyorlar. Çatışmalarda ölümler, kız kaçırmalar bitmiyor; on yıl içinde üç ayrı yerde üç ev yapıyorlar. Bu yüzden Mahmur'da önce tek oda yapılmış tüm evler; birkaç yıl sonra ikinci bir oda yapılmış yanına; evin kalabalığına göre bazen üçüncü oda. Tuvaletler dışarıda; onun yanına dışarıda banyo yapılmış. Her şey eğreti; bahçe kapıları yağ tenekesinden. Ağaçlar dikmişler çölün ortasına. Ağaçlar bugün bayağı yükselmiş ve Mahmur kampına, eski yerleşim yeri olan Mahmur'dan çok daha şık bir görüntü vermiş. Taştan, topraktan bir kent yaratmışlar tam anlamıyla.

Mahmur'da küçük bir Kürt kenti yaratılmış bir bakıma. Orada bir kent için gerekli her türlü ihtiyaç düşünülmüş. Eğitim, günlük hayat, her türlü tabela Kürtçe; doktoru, belediyesi, okulu, güvenliği her şeyi var. Öğretmenler yine üniversitede okuyan Mahmurlulardan oluşuyor; eğitimleri bittikten sonra evlerine geri dönüyorlar.

Kaldığımız evde de diğer evler gibi Türkiye televizyonları ve Roj TV izleniyor; en ilginci ise Irak saati bir saat geride olmasına rağmen Mahmur'daki saatin Türkiye saatiyle aynı olması. Aslında hala Türkiye'ye bağlı yaşıyorlar. Köylerini, akrabalarını, yurtlarını, ağaçlarını özlüyorlar, ama bu şartlarda dönmeyeceklerini de biliyorlar; dönmek, teslimiyet demek.

Mahmur'daki ilk durağımız "Şehit Aileleri Derneği"; kocaman bir salonun her tarafında fotoğraflar asılı. Öyle ki içinde yeni fotoğraflar asmaya yer kalmamış. İçinde gerilla fotoğrafları kadar savaşta ölen sivil insanların fotoğrafları da var. Kimi zaman beş kişilik aile tek fotoğrafta isimleri yazılı, kimi zaman iki kardeş aynı fotoğrafta yer alıyor. Buradaki salon aynı zamanda toplanma yeri olarak da kullanılıyor. Salı günü Öcalan'ın notlarının kalabalığa yine bu salonda okunduğuna şahit oluyoruz.

İlk "Şehit Aileleri Derneği"ne gittiğimizde Asya Turan'la görüşüyoruz. Turan, Masum adında 16 yaşındaki torunuyla birlikte yaşıyor. Gerillada ölen oğlunun mezarının nerede olduğunu bilmiyor; "Bu savaş biterse gidip dağlarda karış karış oğlumun mezarını aramak istiyorum" diyor. Oğlu gerillaya katıldıktan sonra gelini hamile olduğunu öğrenmiş; doğurduktan birkaç yıl sonra ölüm haberini almışlar Masum'un babasının. Annesi baba evine gitmiş, sonra da bir başka adamla evlenmiş. Bir daha haber almamışlar. Masum babaannesiyle büyüyor. Hem Masum'la hem de Asya anayla yakın şeyler hissediyorum. Gözlerine bakmayı, yanlarında oturmayı, ellerini tutmayı seviyorum. Bir duyguyu anlamak, bir başkasının seni anlamasını beklemek imkânsızlığı istemekle eş kimi zamanlar; o zor çizgide birbirimizi anlıyoruz.

Mahmur sokaklarında dolaşıyoruz kameramanımla. Hava güneşli. Biz gelmeden önce günlerce yağmur yağmıştı; en güzel zamanında gelmişiz. Tek sıkıntımız günlerin kısa olması, bu güneşte çekim yapma imkânımız kısıtlı demek. Yolda yürürken insanlar durduruyor bizi. Geldiğimi duymuş olmalılar. Babamı anlatmaya başlıyorlar. Herkes önce yüzüme bakıp "Evet gözleri benziyor" diyor. Bunu bir hediye gibi sunuyorlar bana. Sonra biraz ufak olduğumu ekliyorlar; babamın bir diğer adı da "Uzun Kemal" çünkü. Bense nenemin yaptığı açıklamayla "küçükken çok üzülmüşüm, ondan küçük kalmışım" diyorum esprili bir tavırla. Küçüklüğüm boyunca fotoğraflarına bakıp benzeyip benzemediğimi araştırıyorum. Aslında hiç benzemiyorum. Ancak nenem yine de mutlu olacağımı bildiğinden "Ellerin benziyor" diyor. Ellerimi seviyorum. Oradakiler biraz benzetiyorlar nedense.

Babam Mahmur'dan önce kurulan "Geliya Kiyamete" ("Kıyamet Vadisi") kampında kalmış uzun süre; diğer kampın adı Ninova. O yüzden ilk görüştüğümüz kişilere önce hangi kampta kaldıklarını soruyoruz, sonra kaldıkları yılları. Eğer 1991-95 yıllarında Geliya Kıyamete de kalmışsa bu mutlaka babamı tanıdıkları anlamına geliyor. Babamı "uzun boylu, sarışın, mavi gözlü güzel bir adamdı" diyerek anlatmaya başlıyor, sonra ne kadar güzel huylu, hoş sohbet olduğundan; birinin onu tanımışsa hiç unutmayacağından söz ediyorlar. Kimi "kardeş gibiydik" diyor, kimi "abimiz gibiydi", kimi "babamız gibiydi". En önemlisi herkes ağız birliği etmişçesine çocukları ne kadar sevdiğini anlatıyor. Bu, onlara göre onun çocuk hasreti sebebiyleymiş.

Onunla uzun süre kalan kamp halkından biri Salih. Salih'e hem komutan hem de öğretmen olmuş. Onlara Kürtçe okuma yazmayı, Kürtlerin tarihini anlatırmış; bugün 16 yıl önce yazdığı notlarını saklıyor Salih. O notlarını okuyor bize; okuyunca duygulanıyor.

Akşam çekimler bittiğinde Gülistan'ın evine gittik her gece yaptığımız gibi. Artık burası bizim de evimiz; o denli rahatız. Yakup, ev sahibi olmasına rağmen pek görüşmüyoruz. Genelde pek konuşmuyor bizimle, biraz aksi davranıyor ilk gelişimizden beri. Birden nasıl olduysa bana, "Biliyor musun, küçükken baban bana pantolon almıştı" diyor. Babam bana hiç pantolon almadı; galiba kıskanıyorum, içimden ağlamak geliyor ama buna karşılık ben de takılarak, "Babam sana pantolon aldı ama sen şimdi bize bir çay bile yapmıyorsun" diyorum. Yakup, "Peki sen babanın izinde misin?" diye soruyor ve ardından yanıtlıyor: "İzinde olduğunu bilsem, ikna olsam... Ama beni ikna etmedin."

"Kimse babası olamaz" demeyi düşündüm, diyemedim; çünkü ağlıyordum ve ağlamaya başlayınca konuşmak insanı iyice aciz gösteriyor. Bu yolculuk sırasındaki ilk ağlama krizimdi bu. Sırtımı dönüp, bahçenin avlusunu geçip dışarıda bir taşın üstünde oturdum, neyse ki hava kararmış, kimse beni görmüyordu. Yakup'a kızmadım ama neden bu kadar sert anlamıyorum. Aslında hepsi yaşlarına göre çok olgunlar. Hiç kimse çocuk değil Mahmur'da. Doğru bir soru sordu; belki beni yaralayan, hayatım boyunca hep düşündüren soru: "Babamın izinde miyim?" Hep ona layık bir hayat sürmeye çalıştım ve hiçbir zaman ona yaklaşmadığımı da bildim; ince bir sınır vardı babamla aramda; onu geçemiyordum. Belki de o sınırın eşiğindeydim şimdi.

Biraz toparlanınca kimse merak etmesin diye hemen eve döndüm. Hala herkes dışarıdaydı. İçeri girdim, bir süre sonra Yakup yanıma gelip özür diledi. Beni üzmek istemediğini söyledi. Pek inanmış gözükmüyordu yine de; belli ki birileri tembihlemiş, belki de kızmıştı. Aslında bu diğerlerinin de önyargılarını temsil ediyordu. Fazla mı kentli olmuştum; belki İstanbullu; üstelik Kürtçemi de beğenmiyorlardı. Belki doğruydu; giderek uzaklaşıyordum.

Mahmur'da tanıştığım, konuştuğum herkesin ayrı bir acısı vardı; kimi çocuğunu, kimi anne-babasını, kimi vücudundan bir parçayı yitirmişti. Hayatlarını tanıdıkça kendi acımdan utandım. Bu savaşta binlerce aile parçalandı. Benim hikâyem bunlardan sadece biri. Bana bugüne dair önemli bir şey öğretti Mahmur; hiç görmediğim ölü bir baba, parçalanmış bir aile, gizlenmiş bir geçmiş ve kimlikten daha fazlasının bugünde saklı olduğunu... Gülistan'ın neden oraya gitmem için ısrar ettiğini, babamın beni neden oraya çağırdığını anladım.

Mezarının olduğu yer Aslan Tepe'de... Oraya gitmek istiyoruz; ayarlamaya çalışıyorlar; sonra oranın KDP yönetiminde olduğunu ve sorun çıkacağını söylüyorlar; şimdilik gidemiyoruz ama başka zamana sözleşiyoruz; mutlaka gideceğiz, bahara...

Birkaç gün içerisinde biz önyargılarımızdan, onlar önyargılarından kurtuluyor. Pencereden rüzgâr geçiren odaya, yolda hiç dişi kalmamış güleryüzlü yaşlı amcalara, etrafımızı sarıp bize ders veren çocuklara, elimizi dostça tutan kadınlara, sevgi dolu bakışlara aşina oluyoruz. İstanbul'u hiç özlemiyorum; dönmek beni korkutuyor; yolda not alıyorum, "Dönmek bana kaybolmuşluk, yitirmişlik duygusu veriyor..."

Döneceğimiz gün ben ve kameramanım pek isteksiziz; nasıl oluyorsa büyülüyor bizi bu şehir; aslında burada çok mutlu olduğumuzu fark ediyoruz. Mahmur'un böyle bir özelliği var, dünyanın hiçbir yerine ait değil ve hiçbir sistem sizi çevrelemiyor; özgür ve huzurlusunuz.

Mahmur'da babamla buluştuğuma eminim; tıpkı rüyamda gördüğüm adamın o olduğuna emin olduğum gibi. Onun orada bir yerlerde yaşadığını düşünüyorum hala. Uzun bir yol gittim; hayatımda hep aradığım o kişinin yüreğine, ışığına gittim. Bir senaryo olacaktı; hiçbir film gerçek değildir, tek gerçek hayattır. Bir film sadece gerçeğe bakabilme cesareti verir. Hayat, bu yüzden tüm filmlerden güzeldir.

(Yazı ilk olarak Newsweek dergisinin internet sayfasında yayınlandı. Dergi kapatıldığı için internet sayfası görüntülenemiyor...)

Hiç yorum yok: