2 Ocak 2009 Cuma

“GİTMEK” VE TÜRK KIZI KÜRT OĞLANA ÂŞIK OLURSA: HÂKİM ULUS, KADINLIK ROLÜNÜ ASLA BENİMSEMEZ



MÜJDE ARSLAN
Hüseyin Karabey’in ilk uzun metraj filmi olan Gitmek birçok konuyla tartışılabilirdi şüphesiz, ancak ‘Türk kızı Kürt erkeğine âşık olamaz’ türünden bir gerekçeye dayalı sansür girişimiyle tartışılacağı kimsenin aklına gelmezdi. Bu girişim, yıllarca sürdürülen bir eğilim ve uygulamanın en kaba haliyle görünür kılınmasını sağladı. Film, İsviçre’nin CultureScapes
Festivali’nde Kültür Bakanlığı Tanıtma Genel Müdürlüğü kadrosundaki bir bürokrat olan İbrahim Yazar tarafından bu gerekçeyle ‘sansür’ edildi.

Atıf Yılmaz’ın Esat Mahmut Karakurt’un aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı Dağları
Bekleyen Kız (1955) filminde tersine bir söylemle benzeri bir tablo vardır. Zira bu filmde adı konmuş, ipuçları açık olan ‘isyancı’ bir kadın görürüz, adı Kürt’tür. Yine bu filmde adı konmuş kahraman, kurtarıcı, güçlü bir erkek seyrederiz, adı Türk’tür.

Türk erkek, Kürt kıza âşık olur, hem de onu öldürmek isterken; onu korur, dönüştürür, dağlardan uzaklaştırır. Kadın Kürtlüğünü, halkını, cinsiyetini bırakır ve ‘Türk erkek’ olur. Gitmek ise bütün bunlara tersten bir okuma sağlıyor; Türk, hep gösterilenin aksine biraz şişman bir kadın olsa ve çirkin bir Kürt erkeği sevse, hatta peşinden her şeyi göze alarak gitse ve kimse kimseye benzemese nasıl olur?

Sansür Girişimi

Bakanlık yetkilisinin bu ‘özlü’ sözü sarf etmeye götüren sansürleme girişimi kısaca şöyle özetlenebilir: Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan önce senaryo geliştirme, ardından yapım desteği alan filmin İsviçre’de sekiz kente birden yayılan ve bu yılki teması Türkiye olan CultureScapes festivali programından çıkarılması için adı geçen bürokrat tarafından festival yönetimine baskı yapılır. Bu sınırları aşan sansürleme girişimiyle adı konmayan, yıllarca ‘çatışma’ denerek geçiştirilen süreç, ‘savaş var’ adını alır. Bürokrat, bu ortamda Türk kızlarının Kürt erkeklerine aşkının hoş karşılanmayacağına kani olur; filmin ülkenin büyük bir fonla desteklediği bir festivalde gösterilmesini kendi rolüne yakıştıramaz ve filmin programdan çıkarılmasını ister.

Ekonomik olarak bakanlığın 400 bin Euro’yla desteklediği festivalde bu kadarlık bir naz payı olsundur! Bütün bunlar yaşanırken İsviçre basını olayı manşetten ‘skandal’ olarak duyurur, tepkiler üzerine film bu kez program dışında gösterilir sessizce. Bunun üzerine Yazar, aynı günlerde İsviçre’de de bir basın toplantısı düzenler ve filmi sansürleme girişimlerini şöyle savunur: “Bugünlerde, 20 asker ölürken, bir Türk ile Kürdün aşkını anlatan bir filme yer verilmesi yanlış olur.” Yazar’a göre, yanlıştır. Yanlış mıdır?

Sadece film değildir sansürlenen; aynı zamanda festival sitesine eklenmiş bulunan üç makalenin, Türkiye’nin istenen yüzünü anlatmadığı bahanesiyle siteden çıkarılması talebinde bulunulur, çıkarılırlar da. Hemen ardından Türkiye’de gazeteler peşpeşe haberler yapınca, ülkenin kültür bakanı bütün bu komediyi şöyle bir açıklamayla ‘kurtarmaya’ çalışır: “Film bölücülük yapıyordu, izin vermedik.” Bakan’a bakılırsa, Gitmek, bir grubun progapagada aracıdır.

Bakan bu açıklamayı yaparken filmi izlemiş midir bilinmez; ne zaman işin içinden çıkılmaz bir hale gelinse ‘bilinmez’, ‘duyulmaz’ ya da bu işte hep bir grubun parmağı vardır. Bakan bu açıklamasıyla kimseyi şaşırtmaz tabii. Filmin yaşadığı bu süreç, Kürt söylemini ağza almanın bu ülkede hâlâ nasıl bir tabu olduğunu, zihinlerdeki sansürün hâlâ nasıl geçerliliğini koruduğunu açığa vurur; aynı zamanda Kürt’ün ‘ötekiliği’ni anlatır cinsiyetçi bir söylemle. Gelelim, Türk kızının, onu peşinden götürecek kadar tutkunu olduğu Kürtle aşk hikâyesine...

İstanbul’da yaşayan tiyatrocu Ayça ile Kuzey Irak’lı tiyatrocu Kürt Hama Ali, Türkiye’de
çekilen Ravin Asaf’ın yönettiği Sarı Günler (2001) filminin setinde tanışır ve birbirlerine âşık olurlar. Filmde Ayça Damgacı köyün güzel kızını (Kürtlerde biraz şişman kadın hep güzeldir), Hama Ali Khan ise ağayı canlandırmaktadır. Filmin çekimleri bittikten sonra Hama Ali Irak’a, Ayça ise İstanbul’daki rutin hayatlarına geri dönerler. Irak’ta savaşın patlamasıyla birbirlerine ulaşmaları âdeta mucize halini alır. Irak’ta savaş, İstanbul’daysa savaş-karşıtı gösteriler vardır.

Ailesi, tiyatro çevresi ve kendisiyle mücadele halinde olan Ayça, her gün yeniden şahit olduğu bir başka yüzünü görmektedir hayatın: ezilenin dünyasını. Ayça artık İstanbul’da yapacağı, bekleyeceği bir şey olmadığına inandığı gün, gitmeye karar verir: Elinde küçük bir valiz ve çok bölümlü bir harita vardır. Filmin büyük kısmı, Ayça’nın önce ülkenin doğusuna, oradan İran’a ve son olarak Irak’ta bir sınır köyüne yolculuğunu anlatır.

Filmi sansürlenme girişimindeki temel zihniyet, Türk sinema tarihinin tozlu raflarında bütün acıklığıyla durmaktadır: Türk kızı hangi filmde bir Kürt’e âşık olmuştu ki, hatta sadece Kürt değil, hangi filmin asıl karakteri Kürt, Ermeni, Rus ya da başka bir ulustandı ki! Türk hep erkekti, ancak sevilen, kadın olabilirdi, ya da başka bir ulustan.

Halit Refiğ’in “Bir Türk’e Gönül Verdim” adındaki, ismiyle bile Türklük, ulusallık söylemlerini yücelten bu filminde, bir İsveçli kız Türk gencine gönül vermekte ve kız, erkeği uğruna bütün hayatını kökten değiştirmekteydi: Uluslar, erkeklikle temsil edilmeyi tercih ederler. Filmi sansür etme girişiminin altında yatan temel düşünce budur.

Anlaşılan kuvvetle inanılmaktadır ki, Kürt ulusu bir erkekle temsil edilse, gücü, erki temsil edecektir ve belki bu ‘savaş’ ortamında moralsizlik, zayıflık yaratacaktır… Yaratacak mıdır?

Oysaki filmin temel derdi insanlık hâlleri üzerinedir: herkesin yaşadığı aşk gibi, varoluş gibi, ölüm gibi… Filmde sınırlar, kimlikler, diller, siyasal bir alt metin sağlasa da, bu görebilenedir. Bu noktada elbette, Hüseyin Karabey’in kısa film ve belgesellerinin de içinde bulunduğu filmografisindeki bütün filmlerin, çok daha belirgin bir muhalif siyasal söylem içerdiğini hatırlatmak yanlış olmaz.

Aşkın Doğusu

Filmde ‘kimileri’ni rahatsızlık edebilecek birkaç nokta şöyle sıralanabilir: Kadın filmde herkesin yapamayacağı kadar cesur bir yolculuğa tek başına çıkar: ölmek ya da kalmak pahasına. Hem de bir Kürt’ün peşinden. Yolculuk hep olanın aksine Batı’ya değil, Doğu’ya doğru akar. Aşkın peşinden Doğu’ya gitme metaforu da hâlâ aşk için umudun olduğu tek yer düşüncesini taşır. Yolcu Ayça; bu kez Ferhat değil dağları delen, Mecnun değil Leyla’sı için deliren… Onu peşinden götüren Kuzey Iraklı Kürt Hama Ali Khan, bizi peşinden sürükleyen Ayça’nın aşkı… Üstelik herkesin evinde televizyon başında savaşları canlı yaşadığı bir dönemde savaşın içine, gerçeğin peşinde bir yolculuğa çıkar Ayça.

Film anti-kahramanlar üzerine kuruludur: Hiçbiri başrol oynamamış, oynamayacak insanların hikâyesi: Ne Ayça alışkın olduğumuz güzel kız, ne erkek güçlü, akıllı, haşmetlidir… Türk kızı, Kürt oğlanı kalbiyle takip eder: Kürtçe öğrenir, onların dünyalarına girer. Şimdiye kadar hep, Kürt’e aynı rol biçilmiştir Türk sinemasında, Kürt, Türk’e hizmet edendir. Öyle midir gerçekten?

Kürtler bütün Türk sinemasında geçtiği gibi aksanlı bir Türkçe değil, kendi özünde, doğalında, varoluşlarında olduğu gibi Kürtçe konuşurlar. Habur Sınır Kapısı’nda oğlunun Irak’taki akıbetini öğrenmek için bekleyen yaşlı bir anne, Ayça’ya Kürtçe bilip bilmediğini sorar, bilmeyince de Ayça için üzülür. Şimdiye kadar Türkçe bilmeyen, bilmediği için hastanede, mahkemede, yolda derdini anlatamayan yaşlı kadınların ezikliğini yaşar Ayça. Yaşlı nine Türkçe bilmek zorunda değildir: bir ömür sürdüğü topraklarda kendi dili yetmektedir ona.

Aynı topraklarda yaşayan bütün komşu halklar birbirlerinin dillerini bilirler; doğalında böyle
gelişir zaten hayat, böyle çiçek açar kardeşlik, Mardin, Hatay gibi Kürt, Arap ve Türklerin
birlikte yaşadığı sınır bölgelerinin üç dilli olması, herkesin diğer dilleri anadili gibi
bilmesi çok sıradan bir durumdur: Belki Türk öğrense, öğrenmek istese Kürtçe’yi, önünde yeni bir dünya, yeni bir gelecek yaratılacaktır.

Kürt’ün Temsili

1990’lı yıllara kadar Türk sinemasında Kürdün temsili kaçakçı, şalvarlı, köylü şeklindedir. İlk
defa Yılmaz Güney filmlerinde iyi-kötü güçlü bir karakter olarak yer alsa da, filmlerde Kürt’ün adı ancak 1990’larla birlikte anılmaya başlanmıştır. Yeşim Ustaoğlu’nun Güneşe Yolculuk, Handan İpekçi’nin Büyük Adam Küçük Aşk filmleri tamamen bu temalar üzerine kuruludur; Kürt’ün hikâyesidir.

Karabey’in filmi bu minvalde de kıymetlidir: Hep bilinenin aksine Kürt ressamdır, âşıktır,
Süpermen kostümü giyip uçandır. Özellikle Hama Ali’nin süpermen olduğu film içindeki kısa film bölümlerinde bir ironi vardır, onun aslında pek de süper bir adam olmadığı ortadadır, Süpermen kostümü giyse de sonuçta Ayça’ya ulaşamaz. Ayça bir süper kadındır oysaki…

Filmin kendi içinde son derece tutarlı olduğunu söylemek mümkün: Doğruyu sunarken kasnakla izleyiciyi baş başa bırakıyor: filmin içinde ikinci bir aygıt var; hayatları yöneten, içini boşaltan, öldüren televizyon. Hikâye bu iki alıcı arasında gerçeği sorgular, neyin ne kadar doğru ya da gerçek olduğunu bilmeyiz: Bu bize Ayça’dan aktarılandır… Filmdeki ikinci kaynağımız televizyondur; bütün olumsuzluklar ondan yayılır; günah kutusu gibi… Soran’ın tutuklanmasını, Hama Ali Khan’ın başına gelenleri bize hep televizyon aktarır.

Filmin finali dışındaki her şey gerçektir: final, yönetmenin yorumunu ortaya koyar: sarsmak, rahatsız etmek, yakınlaştırmak. Film, mesafeyi korumaya özen gösterir; Ayça’yla, Hama Ali ve diğerleriyle… Filmdeki tek özdeşleşme filmin finalinde durur… Ekrandan sunulan hiçbir şey uzak değildir çünkü.
Bütün film boyunca Ayça takip edilirken, yönetmen hikâyedeki varlığını finalde gösterir.
Ayça’yı beklerken bırakır, sınırdaki bir köyün bakkalında, televizyon açıkken. Ya Hama Ali? O ne yapacaktır, aşkı uğruna herhangi bir şeyi (ölümü?) göze alacak mıdır?

Filmin içinde taşıdığı duyguları, ifadeleri, gözükenden çok daha fazlasını veren metniyle çok güçlü ancak didaktik yönü eleştirilebilir: Zira belgeselin de etkisiyle mültecilerin kaldığı
“Bekar Hanları” gösterildiğinde Ayça İran’a gittiğinde her şey sanki ilk kez duyuluyormuş, ilk kez anlatılıyormuş hissiyatını taşımaktadır; bu da filmi fazla belgesel, fazla öğretici kılan bir özelliktir. (Turkcell telefonlarının İran’da çalışmaması, başörtüsü meselesi, İran’da
Türkçe’nin yoğun kullanımı gibi…)

Türk sineması bir asimilasyon aracı olmuştur hep: Türkçe konuşan Kürtlerin, ne oldukları, nasıl gözüktüklerinin sineması olmuştur: Nasıl ki çocuklar okula girmeden, dersler başlamadan her sabah ‘ne mutlu Türküm’ diyerek Kürtlüklerinin ağırlığı altında ezilmişlerse, Türk sineması da aynı ezici duyguları vermiştir. Onca yıldan sonra, bu duyguyla büyüyen onca kuşaktan sonra bugün Türk sineması, Kürt’ü anlatmayı deniyor; bu çabasıyla da Hüseyin Karabey’in yaptığı, yapmaya çalıştığı kıymetlidir, izlenmeyi de, üzerine yazılmayı da, konuşulmayı da gerekli kılmaktadır; aynı zamanda yapılacak yeni filmlere bir kanal açmakta, cesaret vermektedir.

Haber bültenlerinin geçtiği son dakika haberleri bizleri, yakınımızdaki savaşa ne kadar kanıksatıyor ve çözümsüzlüğe alıştırıyor ise, bu film de meseleyi o kadar sıradan ve basit kılıyor: Bir Türk kızı, bir Kürt oğlana âşık oluyor, hepsi bu.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

ben çok aşık oldum hem türk kızına hemde hristiyan avrupalı kıza..