6 Şubat 2008 Çarşamba

68 ruhu ve 38 Olayları’na sinemadan köprü




Müjde Arslan

Yunan yönetmen Theo Angelopoulos’un Kitara’ya Yolculuk (1983) filmi, Yunanistan 20. yüzyıl tarihinden önemli kesitler içerir; dönemler ve olaylar bu filmde iç içe geçer; üstelik, birkaç kere izlenmesine rağmen ancak Yunan tarihine göz atıldığında tamamlanır. Öğrenmeyi, ansiklopedi karıştırmayı, ayrıntıları öğrenmeyi gerektirir/arzulatır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman işgali, Yunan İç Savaşı, Kızıl Aralık, sürgün, 1967-1974 diktatörlüğü, geri dönüşler, değişen iktidarların fonda yer aldığı film, bir ülkenin geçmişiyle yüzleştirir seyirciyi. Kurmaca ile gerçeğin iç içe geçtiği, oyun içinde oyundur Kitara’ya Yolculuk.

Angelopoulos’un aslında bütün filmlerine aynı üslûp damgasını vurmuştur, ancak tarihsel dönemleri içinde bir dramatik unsur olarak taşıması açısından Kitara’ya Yolculuk benim gözümde biraz daha özel bir yerdedir. Bu başka bir yazının konusu kuşkusuz, ancak geriye bir sor(g)u bıraktı; peki, Türkiye’de izlediğimiz hangi filmler bizi bu denli geçmişe götürüp, kapalı tarihimizle buluşturdu? Hangi yönetmen, ‘toplumsal bellek’ oluşturmada önemli bir rol üstlendi, geçen yüzyılı sevapları günahlarıyla sorguladı?

1960’lı ve 1970’li yıllarda siyasal kabarış ve ideolojik canlılık, sinemada ‘toplumsal gerçekçi filmler’i de beraberinde getirdi. Yılmaz Güney siyasal sinemada en önemli figür olarak ömrü elverdiğince önemli yapıtlar oluşturdu, ancak genel olarak Türkiye sinemasında siyasal sinemanın yokluğu her daim hissedildi. Ülkenin militarist yapısı bir yana, sinemanın Türkiye’de geç olgunlaşmasının da bunda bir etkisi vardır kuşkusuz. Özellikle 80 askeri darbesi sonrası asıl söylenmesi gerekenin söylenmediği, yerine çok konuşkan ancak derdini anlatmayan filmler çekildi.

Son yıllarda kimi ‘iyi niyetli’ yapımlar var kuşkusuz; ancak estetik kriterlerinden ötürü konuşulacak, kült bir değer bırakacak nitelikte olamayan bu çalışmalar arasında Reis Çelik’in Işıklar Sönmesin (1996), Hoşçakal Yarın (1997), Atıf Yılmaz’ın Bekle Dedim Gölgeye (1990) ve Eylül Fırtınası (1999) gibi filmler sayılabilir. Bunların yanında, Tomris Giritoğlu’nun Salkım Hanımın Taneleri (1999) ve Yeşim Ustaoğlu’nun Bulutları Beklerken (2003), iki iyi örnek olarak dâhil edilebilir bu filmlere.

İki Film, İki Dönem
Türk Sineması’nda siyasal sinema, yakın tarihle hesaplaşma, bir bakıma belgeselcilerin omuzlarındadır. Son zamanların ilgi çeken iki filmi buna örnek teşkil eder: Bahriye Kabadayı’nın “Devrimci Gençlik Köprüsü” ve Çayan Demirel’in “38” filmleri. Biri seyirciyi 68’lilerin ruhuyla buluşturur, o yılların devrimci faaliyetlerini, ülkenin noksanlıklarına, çıkmazlarına hem kırsal hayatta hem de kent hayatında değerek anlatır, diğeriyse asimilasyon politikalarının en görünür olduğu yıllara, 38 Olayları’na... İki filmin de projeksiyon tuttuğu önemli tarihler bir yana, ortak bir duyguları vardır; temasa dayalı, hissetmeye ve anlamaya dönük, tarihi sorgulayan, sorular sorduran... Filmler iktidarlarca yazılan, yanlı ve çarpıtılmış tarihin yeniden kökenine dönerek yazılmasını sağlar bir bakıma.

Bahriye Kabadayı henüz öğrencilik yıllarında bir pasajdaki son gramofon ustasını çektiği Son Eller adlı ilk kısa belgeselinden sonra, on yıllık belgesel birikimini “Devrimci Gençlik Köprüsü” adlı ilk uzun metraj belgeselinde ortaya koyuyor. Belgesel, 68 kuşağının ‘İstanbul’da kurulması planlanan köprüye karşılık, ‘Zap’a köprü’ sloganıyla İstanbul’dan Hakkâri’ye giden bir grup gencin orada köprü yapma girişimini ele alır. Köprü, filmde çok amaçlı bir metafor olarak işlev görmektedir; Doğu ile Batı, 68 ile günümüz gençliği, iki yaka, iki mekân, iki zaman arasında köprü kurulur.

Film öncelikle bir yolculuk ruhu taşır. Yönetmen ve ekibi film için yola çıkarlar, onları hissetmek için aynı istikamette aynı araçları kullanırlar, trenin raylar üzerinde ağır aksak işleyen sesinde değişen coğrafyayı gözlerler. Film süresince gidiş gelişleri öyle çoğalmıştır ki, oradaki insanlarla 1. Zap Geleneksel Basketbol Turnuvası, kitap kampanyası organize ederler. Kitapların gönderilmesi için önce kütüphanenin inşa edilmesini, kitapların konulacağı rafların dizilmesini beklerler. Bütün bunları 68 ruhuna karşılık, bugün ne yaptığımızın vicdan azabı olarak da yorumlamak mümkündür tabii.

Bahriye Kabadayı, belgeselin Türkiye’deki en yetkin iki ismi Enis Rıza ve Nalân Sakızlı’yla birlikte uzun yıllardır çalışıyor. Bu süre içerisinde Yeni Bir Yurt Edinmek, Anadolu Mirası, Balığın Günlüğü gibi çok sayıda belgeselin yapımında bulunmuş. Kabadayı, belgesel sinemayı, yazılı olarak sunulan resmî tarihin kapsamadığı hayatları ortaya çıkarmak olarak niteliyor. Birlikte çalıştığı insanların da 68 gençliğinden oluşu, onları yakından tanıma, anlama imkânı sağlamış.

Filmin yapım öyküsü, köprünün yapım sürecinde bulunan bir 68’li olan Yaşar Yılmaz’ın teklifiyle gelişir, ancak o yıllarda Hakkâri’ye gidip gelinse de, şartlar uygun değildir. Filmin düşüncede olgunlaşması ve hazırlık süreci uzun sürer. Ardından Hakkâri’ye gidiş gelişler başlar. Yola çıkarken bir köprü hikâyesinden öte bir şey yoktur, bir belge ya da fotoğraf da. Ancak belgesel her geçen gün köprüye eklenen bir parça gibi tamamlanır. Belgeselin mesaisi iyi yapılmış, film malzeme sıkıntısı yaşamıyor, o yıllara dair görsel ve işitsel malzemeler, gazete kupürleri filmin hayat bulmasında etkili olmuş. Fikret Otyam’ın görüntüleri, Bilge Olgaç’ın Zap’ın öldürdüğü hayatları anlatan çarpıcı filmi Öksüz (1968), Selda Bağcan’ın Anayoso şarkısı filmin önemli birer parçası olur. Filmde ayrıca dünyadaki 68 olaylarından da görüntüler yer alır.

Bugün bile Hakkâri’de kime ‘Zap nehri üstündeki köprü’yü sorsanız, ‘Denizlerin köprüsü’ der o köprü için. Köprü yapımında bulunan 68’lilerden Ragıp Zarakolu belgeselde, köprüde çalışanlar arasında Deniz ve arkadaşlarının olmadığını, zaten kendileri o sırada tutuklu oldukları için bunun mümkün olmadığını, ama ruh ve simge olarak yer aldıklarını, halkın da bunu bu şekilde yorumlamak istediği için bugünlere ulaştığını söylüyor.

Köprü 1997 yılında yıkılır, genel kanaat ‘gerilla’nın kullandığı gerekçesiyle devlet tarafından yıkıldığı yönündedir. Belgeselde Yüksekova Belediye Başkanı Salih Yıldız, “Köprü ideolojik bir simgeydi, bu ideolojiden kim rahatsız olduysa o yıkmıştır herhalde, köylüler yapmaz,” diyerek köprünün kimin yıktığını işaret etmiştir. Yıkılmak istenen sadece köprü değildir, zaman, mekân ve bellek de yok edilmek isteniyordur. Film, bu sebeple bir dönemin, mekânın ve zamanın hikâyesidir... O mekân ki, ulaşıldığında hayatın kaynağı gibi heyecanlandıran, o zaman ki, düşlerin henüz ayakta tuttuğu, yumrukların havada olduğu… Film bu sebeplerle seyirciyi, mekândan yola çıkıp, daha çok zamanla buluşturur.
Köprü yapımında kadın öğrencilerin yer almaması akıllarda soru işareti bırakır ancak Bahriye Kabadayı bir kadın yönetmen olarak bu yolculuğu başa sarar ve bu kez olanları bir kadının kamerasından yansıtarak, belki de değişen zamanda kadının izini ekler.
Belgeselin en önemli mesajı, iki halk arasında, iki kuşak arasında hâlâ gerçekleşebilecek bir düş olduğunu hatırlatmasıdır bize. Çayan Demirel’in 38’i ise bugünün şifrelerinin tarihle yüzleşilmesiyle düş kurulabileceğini söyler.

Seyit Rıza ve arkadaşları
38 Dersim Olayları’nın tarih kitaplarında ne denli çarpıtıldığına yer yer ironiye varan bir gerçeklikle sunuyor “38” filmi. Çayan Demirel’in üç yıllık bir sürece yayılan bu ilk uzun metraj belgeseli, çok sayıda dokümanın yanı sıra konunun uzmanlarına da tarihi değerlendiriyor. Yönetmeni yola çıkaran, “bugünü algılayabilmenin kodları, Osmanlı ve Cumhuriyet olgusu ile devam eden uluslaşma sürecinin temel safhaları, bunun sonucu olarak da 1937-38’de Dersim’de yaşananlar”; yaşananların yarattığı ve devam eden tarihsel travma…

Devletin medya eliyle yanlı bir tarihi belgelediği bu direnişin hala yaşayan izlerinde kendini gösteriyor. İki film de sinema dilini olgunlukla kullanıyor; özellikle ritim ve zamanı ustalıkla ele alıyorlar. 38’de Seyit Rıza’nın idamı canlandırılmış ancak herhangi bir oyuncu yok, bir fotoğraf ve olayın geçtiği bir avlu var sadece, ancak ritim ve kurgusundaki başarı, belgeselin en dramatik ve etkili sahnesini oluşturuyor.
Çayan Demirel’le Serpil İlgün’ün yaptığı ve Evrensel gazetesinde yayınlanan röportajında, resmi tarih yazımının değişmediği sürece ciddi bir barışın sağlanamayacağını belirterek, şunları söylüyor: “İsmail Beşikçi’nin belgeselde altını çizdiği önemli bir nokta var. 80 yıldır reddettiniz. Yani ‘Kürt yoktur, dili yoktur, kültürü yoktur’ dediniz. 80 yıl sonra bunu kabul etmeye başladınız. Bu bir özür gerektiriyor’ der. Bence de çok haklı. Bu tarihsel süreç kabul edilmezse ve resmi tarih yazımı değişmezse evet, bir arada olma ortamının gelişebileceği ama bunun çok temelsiz olacağı inancındayım. Bizim bu derdi işlememizdeki ve altını çizmemizdeki neden de budur. Yoksa halkları birbirine düşman etmek gibi bir derdimiz yok. Çünkü halklar birbirine düşman değil.”
Demirel, filmi yaşadığı coğrafyayı, kendini algılayabilmesinin, arayışın bir sonucu olarak tanımlıyor. Bugünü algılayabilmenin kodları da 38’in anlattığı yıllarda susturulan, yok edilen bellekte yatıyor. Demirel’in de ifade ettiği gibi tarihsel olarak süreç halen devam ediyor. Belgesel bittikten sonra karşılaştığı engeller de bunu doğruluyor: Dersim’de her yıl düzenlenen Munzur Barış ve Kültür Günleri’nde programda yer almasına rağmen, polisin ön-izleme talep etmesi ardından ‘provokasyon’ çıkması tehlikesi göz önüne alınarak, organizasyon komitesince film programdan kaldırıldı. Filmi izlemeye gelenler, gösterimin yapılacağı düğün salonunun polisler ve jandarmalar tarafından kuşatıldığını gördü.
1001 belgesel film programında gösterimin her an iptali gündemdeydi, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki gösteriminde Ulusal Kanal iptal etme çabasına girdi, kanal ‘askeri, Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i kötülüyor’ şeklinde yayın yaparak, merkezi telefonlarla baskı altında tutarak gösterimini engellemeye çalıştı. Ancak her türlü teşebbüse rağmen merkez belgeseli yayınladı.
Toplumsal bellek oluşumunda Türk Sineması’nın ne denli eksik olduğu ortada, belgesel bugün önemli bir boşluğu dolduruyor ülkede. O köprüyü yeniden inşa edecek olan da, Dersim Direnişi’ni yeniden yazacak olan da günümüz gençliğidir. Türkiye’de henüz bir Angelopoulos olmadığı açıktır ancak unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin tarih bilinciyle sınavı daha yeni başlıyor.

Hiç yorum yok: